Sayfalar

30 Nisan 2012 Pazartesi

Nifak...




 Tamamıyla Allah'a bağlanmamış bir nefis, başka tür değerlerin, konum ve zaruretlerin, çıkarcılığın, ihtiras ve cimriliğin baskısından hiç bir zaman kurtulamamıştır. 
 Menfaat, bencillik, açgözlülük ve tamahkarlık çemberini asla kıramamıştır.
 Dünyevî güçlere, olay ve kişilere, sosyal yönetim ve değerlere, beşeri iktidar ve iktidar adamlarına karşı iman dolu bir yüreğin hissettiği üstünlük, özgürlük ve onuru hiç bir zaman tanımamıştır. Tadına varmamıştır.
 Nifak tohumları, hiç kuşkusuz Allah'a samimiyetle bağlanmamış böylesine yüreklerde yeşermektedir.
 Gerçekte nifak, batıla karşı hakta direnememe zayıflığından başka bir şey değildir.
 Bu za'af ise korku ve aç gözlülüğün, Allah'tan başkasına bağlanmanın ürünüdür. Yeryüzündeki hayat şartlarıyla kayıtlanmışlığın ve insanların İlahi sistem dışındaki yönetimlerde yaşamalarının ürünüdür.
 Kuranî buyrukların doğrultusunu izlediğimizde en belirgin nifak alametinin "müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek" olduğunu göreceğiz:
 "Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele.
 Mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinenler onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet sadece Allah’a aittir.
 Allah size kitapta: “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle oturmayın” diye bir hüküm indirmedi mi? Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya toplayacaktır." (en-Nisa: 138-140)

 Bu ayet-i kerimeyle Yüce Allah, gerçek güce ilişkin yanlış yaklaşımları ortaya koymakladır. Şu halde iki yoldan başkası yoktur.
 - Ya Yüce Allah'a ubudiyet (kulluk)
 - ya da kullara ubudiyet (kulluk) .
 Allah'a ubudiyyet, tümüyle yücelik, onur ve özgürlüktür. 
 Kullara ubudiyet ise alçalıştan, esaret ve şerefsizlikten başka bir şey değildir. Artık herkes, buna göre dilediğini seçsin.
 Bir mü'min, mü'min olduğu halde Allah'tan başkasıyla onurlanamaz. Allah'a inanmış olduğu sürece şeref, yardım ve kudreti Allah düşmanlarının yanında arayamaz. Müslümanlık iddia edip müslüman isimler taşıdıkları halde Allah'ın yeryüzündeki en amansız düşmanlarından yardım isteyen kimseler. Kur'an-ı Kerimi düşünüp anlamaya ne kadar muhtaçtırlar! 

 Eğer gerçekten müslüman olma istekleri varsa bunu düşünmek ve Allah'ın alemlerden müstağni olduğunu bilmek zorundadırlar. Çünkü nifakın ilk basamağı, mü'minim diyen bir kimsenin, Allah'ın ayetlerinin inkar edilip alaya alındığı bir ortamda oturup "hoş görü, akıllılık, engin yüreklilik, geniş ufukluluk veya düşünce özgürlüğü" adına yapılanlara göz yumup sükut etmesidir. Ve bu, hezimetten başka bir şey değildir. Zayıflık ve çökmüşlüğünü itiraf etmekten utanıp kendi kendisini aldatan bir insanın tüm organlarına - yolun başındayken - bulaşan ruhî bir yenilgiden başka bir şey değildir. 
 Çünkü Allah için, Allah'ın dini ve ayetleri için hamiyet göstermek, imanın bir alametidir. Eğer bu hamiyet zayıflamışsa, tüm setler yıkılmış demektir. Karşı tarafın baskısı sonucu tüm engeller çökmüş ve yere yığılan molozların altında kalınmış demektir.

Dinî hamiyyet, işin başında bilerek zaptedilir: ama daha sonra sırasıyla ölgünleşir, söner ve ölür. Bir mecliste diniyle alay edildiğini gören bir kimse:
- ya dinini savunur, 
 - ya o meclisi ve oradaki insanları bırakıp gider, 
 - ya da susup göz yumar ki bu, hezimetin ilk basamağıdır. Çünkü bu nifak köprüsü üzerinde küfürle iman arasındaki bir konumdur. Burada münafığın tavrı, tereddüt, sarsıntı ve kararsızlıktır, Mü'min safla kafir saf arasında bocalayıp hiç bir safla yer alamamaktır. Yani mü'minler için hakaretten başka bir şey ifade etmeyen bir konum. Yüce Allah, nifakı tanıtırken şöyle buyurmaktadır:

" (Münafıklar), ne (kafirlerden), ne de (mü'minlerden) olmadan ikisi arasında bocalayıp dururlar. Allah kimi saptırırsa sen kesinlikle onu doğruya götürecek bir yol bulamazsın." (en-Nisa: 143)
Nifak batağına düşmüş kimselerin za'afını yansıtan bir tablodur bu. Kesin bir tavır takınamamalarının, görüşlerini, inanç ve tutumlarını haykıramamalarının nedeni işte bu za'aflarıdır. 
 Bu, münafıkların tüm zamanlardaki konumudur. Yani korku ve hoş geçinme, ruhi sapıklık, hasta kalblilik, samimiyetsizlik, gösteriş, kalbin onaylamadığını dışa yansıtmak, direnme za'afı, açıklamaktan çekinmek, bayağılaşmak, azim noksanlığı v.s... 
 Boy-posları gösterişli; ama etkilenemiyen (duygusuz) kimselerdir... 
 Aynen kütük gibi hareketsiz...
 Duvarın bir tarafına konulmuş birer kütük... 
 Durgun ve buz gibi bir ölmüşlüğün örnekleridir bunlar:
 "Onları gördüğünde cüsseleri dikkatini çeker. Konuştukları zaman da (fesahatlidir diye) sözlerini dinlemek (istersin. Ne var ki) onlar, her seslenişin aleyhlerinde olduğunu sanan (duvara konulmuş) kütükler gibidir onları; nasıl olur da (delillere rağmen) imandan önlenip gitmişler." (el-Münafikun: 4)

 Nifakın böylesine bir tehlike arzetmesinden dolayı Hz. Ömer, (Allah'ın Resulü (s.a.v.) tarafından kendisine münafıkların ismi bildirilen) Hz. Huzeyfe b.Yeman'a geliyor. Kendisi hakkında emin olmak için. Allah'ın Resulü (s.a.v.), kendi ismini de münafıklar arasında anmış mı? diye soruyor. 
 Hz. Huzeyfe ise kendisine sadece: 
 "Ey Ömer! Sen onlardan değilsin" demekle yetiniyordu.
 "Onların kalbinde hastalık vardır; Allah (Kur'an'ı indirmekle) hastalıklarını daha da arttırmıştır." (el-Bakara: 10)

 Kalblerinde afet vardır. Kalblerinde illet vardır. Hastalık doğuran bir hastalık.. Az olan bir sapmanın her adımda biraz daha artmasıdır bu; aralık genişledikçe artması...
 Münafık ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler - tağutun ordularıyla savaşan mü'minleri - seyretmek için beklerler. Mü'min gurubun temel hazırlığı, sadece bu dindir ve bu hayat dolu akidedir. Çünkü bu, Allah'ın ilahlığı ve dokunulmaz hürmetleri konusundaki gayretleridir. Allah'a tevekkül ve yardımına güvenmeleridir. Münafıklar ise alay ededuruyor bu tehlikelerle karşılaşıp tehditler altında bulunan mü'min grupla. Hem alay eder hem de dehşete kapılırlar. Apaçık tehlike ve tehditleri göğüsleyen mü'minler gördüklerinde hayret ve dehşete kapılırlar. 

 Ama kendileri "yıkım" diye adlandırdıkları küfür-İslâm savaşına asla katılmaz ve canlarını tehlikeye almazlar. 
 Çünkü onlara göre hayat, sadece bir ticarettir. Söz konusu olan din de olsa akide de olsa sadece bir ticari pazarlıktır. Eğer kâr varsa işe girişirler, ama eğer tehlike varsa en iyisi sağ-salim kalmaktır. Onlar, mü'minin basiretiyle meselelere bakmazlar. Sonuçları iman terazisiyle ölçmezler.
 Bu savaş, mü'minin anlayış ve ölçüsüne göre sürekli bir kazançtır. İki iyilikten birine; yani ya zafer ve başarıya ya da şehitlik ve cennete kavuşmaya kesin gözüyle bakmaktır. Sonra mümine göre, güçlerin hesabı da başkadır. Çünkü o, Allah'ın gücüne dayanmıştır. Buysa münafık ve kalbinde hastalık bulunan kimselerin asla hesaba katmadıkları bir güçtür.
 Mü'min grup ve dava adamları, meseleleri her zaman ve her yerde iman ve akide terazisiyle ölçmekle görevlidirler. İmanın verdiği basiretle kavramaya, Allah'ın hidayet ve nuruyla bakmaya davet edilmektedirler. Tağutun zahirî güçlerini büyütmemek, kendi güç ve ağırlıklarını da hafife almamak zorundadırlar. Çünkü Allah, kendileriyle beraberdir.
 Akide yolu, gerçekten uzun ve zorludur. Güdük çaba ve zayıf azimlerin yetersiz kaldığı bir yol...

 Akidenin sorumlulukları son derece dikkat isleyen bir çaba gerektirmekledir. Yüreği boş ve ruhen zayıf kimselerin kaldıramayacağı bir çabadır bu. Küçük kimse ve dayanıksız bünyelerin karşısında bozguna uğradığı yüksek bir ufuktur bu:
 "Eğer (bu savaş), kolayca ele geçen bir kazanç ve vasat bir yolculuk olsaydı (münafıklar), kesinlikle seni izlerlerdi. Ne var ki bu mesafe kendilerine uzak geldi." (et-Tevbe: 42)
 İnsanoğlunda sık sık görülebilen bu durumu, Kur'an-ı Kerim, işte böyle ifade etmektedir. Yüce ufuklara yükselen yola dayanamayıp düşen bu kimselerin sayısı hayli fazladır. Yolun uzunluğuna dayanamadıkları için geri kalan ve bunun yerine önemsiz kazanç veya ucuz taleplere yönelenler pek çoktur. İnsanlığın her zaman ve her yerde tanıyabileceği kimselerdir bunlar. Geçici olarak görülebilen bir azınlık değildir bunlar. Sık sık görülüp de hayatın kıyı köşelerinde yaşayan kimselerdir bunlar...

 Kazanç sağladıklarını, arzularına kavuştuklarını ve pahalıya mal olacak bir işten kurtulduklarını zannetseler bile gerçek durumları budur. Çünkü az bir bedelle, ucuz ve değersiz şeylerden başkası alınamaz:
 "Allah'a ve Ahiret Gününe inananlar, mal ve canlarıyla cihadtan kaçınmak için senden izin istemezler. Allah, muttaki olan kimseleri hakkıyla bilendir. (Çünkü) senden ancak Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmayan, kalbleri şüpheyle (dolan) ve bu şüpheleri içinde bocalayıp duran kimseler izin isterler." (et-Tevbe: 45-46)

 Bu, Yüce Allah'ın koyduğu bir kaidedir. Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan kimseler, cihad farizasını yerine getirmek için izin islemezler. Allah yolunda mal ve canla savaşa çağıran davetçiye bocalamadan icabet ederler. Çünkü onlar, zaten hazırdır. Allah'ın kendilerine emrettiği gibi güçlü de olsalar zayıf da olsalar koşmaya başlarlar. İtaat ederek, Rablerine kavuşacaklarına inanarak, Onun mükafatına güvenerek ve İlahî rızayı arayarak koşarlar.Gönüllü olarak koşarlar. Yani ayrı bir teşvik görmeye ihtiyaçları yok. İzin istemeye ise hiç ihtiyaçları yok.. Çünkü gönülleri inançtan yoksun kimselerdir izin isteyenler. Bocalayan, mazeretler uyduran ve zahirde kabul eder göründükleri akidenin "sorumluluklarından beni kurtaracak bir çare bulsam" diye düşünen kimselerdir izin isteyenler.

Ey İslâm davetçileri!
 Allah'a giden yol, dümdüz ve apaçıktır. Yolun cahili olan kimselerden başka veya yolu tanıdığı halde yolculuğun zorluklarına katlanmaktan kaçınan kimselerden başkası bocalayıp tereddüt geçirmez.
 Korkak ve yüreksiz kimseler, hiç kuşkusuz davanın seyri açısından tehlikeli unsurlardır. Çünkü bunlar, kadroların içine za'afiyet ve bozgun yayarlar. Kişilik olarak düşük olan hastalıklı kalblerin durumu budur.
 İnsanlardan korkan ve Allah'ın gazabı pahasına da olsa insanları razı etmek isteyen kimselerdir bunlar:
 "Halbuki, eğer mü'minler olsalardı Allah ve Resulü'nü razı etmeleri gerektiğini (anlarlardı.)" (et-Tevbe: 62)
 Öyleyse insanlar da kim oluyor?
 Güçleri ne kadar ki?
 Ama Allah'a inanmayanların hali böyledir işte..
 Allah'a boyun eğmeyip de kendi gibi bir insana boyun eğen, kendi gibi bir insandan korkan kimsenin hali budur.
 Mü'mine gelince o. Allah'tan başka kimseye boyun eğmez ve Allah'tan başka hiç bir kimseden korkmaz.
 Buna karşı münafık; İslâmı iddia edip rahatlık ve selametini bozmayan kimsedir. Er kişinin selametten başka bir gaye gütmediğini sanan kimsedir. Sık sık rastlanabilen örnek tipi budur münafığın:
 "Allah Resulünün (Tebük'e gidişinden) sonra geri kalanlar, yerlerinde oturup kalmakla sevindiler, Allah yolunda mal ve canlarıyla cihad etmek istemediler ve birbirlerine "Bu sıcakta savaşa gitmeyin" dediler. Deki 'Cehennem sıcağı daha da şiddetlidir.' Eğer bunu bilselerdi (geri kalmazlardı.)" (et-Tevbe: 81)
 Bunlar, himmet za'afı ve irade gevşekliğinin örnek tipleridir. Çaba sarfetmekten çekinip sıradan bir rahatlığı saygın bir çalışmaya tercih eden ve alçaltıcı bir selameti onur dolu bir tehlikeden üstün tutan kimseler pek çoktur. Aktif, toplu ve davaların sorumluluğunu bilen safların gerisinde bitkinleşip düşüveren kimselerdir bunlar.
 Mücadele ve cihad, mü'minin ayrılmaz fıtratıdır. Yerinde oturmaktan, geri kalmaktan ve erkeklikle asla bağdaşmayan aptalca rahatlıktan çok daha tatlı ve çok daha soylu bir özelliktir bu.
 Davaların, hiç kuşkusuz uzun ve zorlu bir mücadeleyi göğüsleyecek sağlam, sarsılmaz, dosdoğru ve yılmaz karakterlere ihtiyacı vardır. Zayıf ve gevşek unsurların içine karıştığı saflar, kesinlikle direnemez.
 Çünkü bu unsurlar, şiddet anlarında safı terkedip giderler. Böylece safın içine bozgun, zaaf ve sıkıntılar bırakırlar. Yüce Allah'ın çizdiği yol budur. Bu davanın ve bu dava adamlarının değişmez yolu budur, öyleyse her zaman ve her yerdeki dava adamlarının bu yolu tanımaları gerekiyor. Sonra zilletin de, tıpkı onurluluk gibi bir bedeli vardır. Ve zilletin bedeli, çoğu kere yüz kızartıcıdır.
 Bazı zayıf karakterli kimseler, onurlu bir yaşamın güç yetirilmez bir bedel istediğini sanarak zillet ve alçalışı seçerler. Çünkü ağır yükümlülüklerden kaçıyorlar. Bundan dolayı bayağı, değersiz, bomboş ve huzursuz bir hayat yaşarlar. Kişinin gölgesinden bile korkabileceği bir hayat.. Her seslenişi kendi aleyhinde sanabilecek kadar ürkeklik dolu bir hayat...
 Sonra bu kimseler kadar hayatı seven başka insanlar göremezsin. Böylece bu zelil kimseler, onurlu bir yaşamın gerektirdiğinden çok daha fazla yükümlülükler altına girmektedirler. Tam tamına bir zillet bedelidir bu ödedikleri, öyle bir ödeme ki bunu hem kişilikleri, hem güçleri, hem şöhretleri ve hem de huzurları hesabına yapıyorlar. Hatta pek çok kere bu bedeli - kendileri fark etmeseler de - kanları ve çocuklarıyla ödüyorlar.
 Münafıklar, bir dünya görüşünü taşıyamıyacak ve bir inancının sorumluluğunu yüklenemeyecek kadar aciz insan tipleridir. Bundan dolayı da yerlerinde çakılıp kalan ve mücadeleden kaçan tiplerdir bunlar. Yüce Allah, şuur ve ilim kapılarını kapatmıştır bu kimselerin. İdrak ve algılama sistemlerini işlevsiz bırakmıştır. Çünkü bunu, kendileri seçmiştir. Gevşekliği, aptallığı, kuruntulu hayatı, pasifliği ve hareketli bir hayattan kaçmayı kendileri istemiştir, özgürlük ve basiret dolu hayattan kaçmayı...
 "Ve Allah, kalblerini mühürlemiştir. (Bu yüzden) onlar (hayır nedir) bilemezler." (et-Tevbe: 87)

 Şurası kesindir ki merak, zevk, tecrübe ve bilgi edinme özelliklerini yitiren kimseden başkası zillet dolu bir selameti, aptalca bir rahatlığı tercih etmez. 
 Bundan da öte söz konusu kimseler, günlük hayat içindeki varlıklarını, canlılıklarını, etki ve tepkilerini bile kaybetmişlerdir. Rahatlığın verdiği bir gevşeklik içinde yaşamak, duyguları öldürüp algılama kapılarını da kapatır. Hatta kalb ve akılları bile dondurup bırakır. Çünkü hayatın delili, harekettir. Hayatın dinamik gücüdür hareket.. 
 Tehlikelere atılmak, yüreği ve aklı uyaran bir şeydir. Adalelere güç verip potansiyel gücünü harekete geçiren bir vesiledir. Sonra bu, insanın çalışma gücü için de bir eğitimdir. İnsanı etkilenip tepki göstermeye alıştıran bir eğitim.. 
 Ve tüm bunlar, rahatlık ve zilletli selamet arayan kimselerin mahrum kaldığı ilim, bilgi ve basiret örnekleridir. İşle tek yol budur. Yani: 
 "onlar, kesinlikle pisliktir." (et- Tevbe: 95) 
 Mücadele veren bir cemaatin içinde - harekete güç yetirdikleri halde - selameti cihada tercih ederek yerlerinde çakılıp geri kalan kimseler, elbette ki pisliktir. Bunda hiç bir kuşku ve tereddüt yoktur. Çünkü münafık, ruhları kirleten ve duygusal buhranlar doğuran kokuşmuş bir pislikten başka bir şey değildir. Hiç kuşkusuz canlıların yaşadığı bir ortamda bulunan kokuşmuş bir vücut, rahatsız eder ve etrafa bulaşır. 
 "Ve onların varacakları yer de, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir." (et- Tevbe:95)
 Her yönüyle ve tüm boyutlarıyla kat kat bir ziyandır bu. Allah'tan daha doğru sözlü olan var mı? 

 Bunlar ki ağır davranıp durmaktadırlar. Ve bunlar ki müslümanların arasında bulundukları halde tam tamına bir savsaklama eylemini sürdürüp bunda direnmekte ve bu amaçla olanca güçlerini harcamaktadırlar.
 "İçinizde, ağır davrananlar (savsaklayanlar) vardır." (en-Nisa: 72)
 Her zaman ve her yerdeki aynı tip kimselerdir bunlar. Kendi kişisel çıkarlarından başka hiç bir şey tanımayan, kaypaklık edip duran ve himmet yetersizliği içinde bulunan kimseler.. 


Münafıkların en zayıfları..

 Küçücük fani cüsselerinden öte hiç bir yücelik tanımayanlar.. 
 Tüm dünyayı bir tek merkezde döndürmek isteyenler... 
 İşte bunlardır ağır davranıp savsaklayanlar. Düşüncelerini açıkça söyleyemeyenler.. Amaçları "değneği ortadan tutmaktır" ; darb-ı meselde söylendiği gibi.. 
 Savaştan geri kalanlardır bunlar. Mücahidlerin başına bir sıkıntı veya bir bela gelmişse sevinen ve cihadtan kaçıp imtihandan kurtulmayı nimet sayan kimseler, işte bu oturanlardır. Çünkü mücahidler, zaman zaman zor deneyimlerle karşılaşabilirler:
 "(Onlar ki) başınıza bir musibet geldi mi; -Allah bana nimet etmiştir; çünkü onlarla beraber değildim' derler." (en-Nisa: 72)

 İşte böyle... 

 Münafık adam, cihadtan geri kalmayı nimet sayıyor. Allah'ın kendilerini niçin yarattığını anlamadan ve İlahî hayat sistemini yeryüzünde gerçekleştirmek için itaat ve cihadıyla Allah'a ibadet etmeyen münafığın durumu budur.
 Evet, ayakların bastığı seviyeden kurtulup yüce ufuklara çıkamayan kimselere göre bir nimettir cihadtan kaçış.. 
 Karıncalar gibi yerlerde sürünenler için bir nimettir. İlahî hayat sisteminin kurulması ve Allah adının yücelmesi için cihadta ve Allah yolunda başa gelen belaların bir fazilet olduğunu bilmeyen kimselere göre bir nimet.. 
 Bunun Allah'ın bir seçimi olduğunu ve Allah'ın bunu dilediği kullarına verdiğini bilmeyen kimselere göre bir nimet..
 Çünkü Yüce Allah bu kullarını, dünya hayatındaki beşeri za'afların üstüne çıkarmak, yeryüzü esaretinden kurtarmak ve böylece kendilerine - dünyaya köle değil, egemen olarak - onurlu bir hayat yaşatmak için seçmiştir. Mü'min, muhakkak ki bela istemez.
 Çünkü o, Allah'tan afiyet diler. Ama kendisine cihad görevi verilmişse, ağır davranıp savsaklamadan koşar cihada.. Yüce Allah'tan iki iyilikten birini, yani ya zafer, ya da şehitliği dileyerek çıkar cihada. Her ikisi de Allah'tan bir lütuf ve büyük bir kurtuluştur mü'mln için.. 
 O, Allah'ın kendisi için seçtiği herşeye razıdır. Eğer şehit olmasını dilemişse bu ilahi kısmetten, yani Allah katındaki şehadet makamından hoşnud ve razıdır. Yok eğer Allah kendisine ganimet ve geri dönüş takdir etmişse o, bu lutfu için Rabbine şükredip Allah'ın yardımından hoşnud kalır. Ama sadece canını kurtardığı için değil..
 Sağlıklı bir iman eğer kalble yerleşmişse, bunun etkileri mutlaka görülür. Davranışlarda görülür... 

 İslâm, hareket isteyen bir akidedir. Durgunluğa tahammül etmez. Bu akide şuur düzeyinde benimsendiği andan itibaren hareketlenmeye başlar. Muhtevasını dışarıya yansıtmanın ve pratik alanda hareket ve eylem olarak görünmenin bir gereğidir bu.
 Gönülden benimsenen akideyi ve akidevi gerekleri davranışlarda gösterip fiili bir hareket haline, bu hareketi de değişmez bir kanuna dönüştürmek, apaçık İslâmi eğitim metodunun vazgeçilmez bir esasıdır. Bu arada akidevî hareketi bilinç altında yaşatmak zorunluğu da vardır. Çünkü bir hareketin sürekli diri, sürekli asıl kaynağa bağlı kalmasının şartı budur. Ama kimi insanlar da varki Yüce Allah, şöyle tanıtmaktadır kendilerini:
 "(Münafıklar); 'Allah'a ve Resulüne iman edip itaat da ettik' dedikleri halde kendilerinden bir grup - bundan sonra bile - yüz çevirmektedirler. Bunlar, mü'minler değildir. Allah'a ve Resulü'ne. aralarında hükmetmek için çağırıldıklarında onlardan bir grup bundan da yüz çevirmektedir. Halbuki haklı çıkacaklarını bilselerdi koşarak gelirlerdi kendisine. Onların kalbinde hastalık mı vardır? Yoksa şüphe mi ediyorlar? Yoksa Allah ve Resulü'nün kendilerine zulüm etmesinden mi korkuyorlar? Hayır! Onlar, zalimlerin ta kendileridir." (en-Nûr: 49-50) 

 Bu kimseler ağızlarıyla "Allah'a ve Resulü'ne inanıp itaat ettik" derler. Ama sadece ağızlarıyla derler. Bu sözün gereklerini, hayatlarında görmek mümkün değildir. Dilleriyle söylediklerini amelleriyle yalanlayan bu kimseler gerisin geriye dönenlerdir. İddialarını davranışlarıyla ispatlamayan kimselerdir bunlar. 
 Bunlar mü'minler değildir.Çünkü müminler sözlerini fiilleriyle doğrulayan kimselerdir, iman, kişinin eğlenmesini sağlayan bir oyuncak değildir. Hem iman iddiasıyla ortaya atılmak, hem de imanı oyuncak haline getirmek bir arada bulunamaz. Çünkü iman, nefisteki bir keyfiyet ve kalbe yerleşen bir karakterdir. Sonra eğer bu hakikat gönülde yerleşmişse, ondan dönüş yapmaya imkan yoktur. İman iddia edip de yalpalı ve kaypak davranışlar içinde bulunan kimselere gelince, onlar her zaman ve her yerdeki tipik münafık örnekleridir. Müslümanlıkları gösteriş sınırında kalan münafık örnekler... 
 Allah'ın şeriatine başvurmak istemeyen ve İlahî kânunun hükmünden razı olmayan kimselerdir bunlar. Allah ve Resulü'nün hükmüne davet edildiklerinde mazeretler uydurup gelmeyi reddeden ve yüz çeviren kimselerdir bunlar.
 "Bunlar, mü'minler değillerdir."

 Hem iman hem de Allah'ın hükmünü reddetme olayı bir arada bulunamaz. 
 Allah'ın şeriat ve hükmüne çıkarına uygun gördü mü hemen başvuran kimseler, münafıklardan başkası değildir.

 Gerçek bir imanın delili, Allah ve Resulü'nün hükmüne razı olmaktır. İman hakikatinin gönülde yerleşip yerleşmediğini anlamanın alameti budur. 
 Sonra Allah ve Resulü'nün hükmünü, edepsiz, karanlık, İslâmî terbiyeden uzak ve iman nuruyla gönlü aydınlanmamış kimseden başkası, mümkün değil reddetmez. Çünkü zulüm töhmetinden uzak olan biricik hükümdür Allah'ın hükmü.. Yüce Allah, hiç bir kuluna asla zulüm etmeyen adil yaratandır. Yanında tüm yaratıkları eşittir.
 Kanun ve hüküm koyan eğer bir ferd ise, kendi kişilik ve çıkarlarını korumak zorundadır. Bir sınıfın diğer bir sınıf için veya bir devletin diğer bir devlet için yahut bir devletler grubunun diğer gruplar için kanunlar koymasında da aynı durum vardır. 
 Ama Allah, kanun koyunca bir himaye ve çıkardan söz edilemez. Çünkü O'nunki mutlak bir adalettir. Allah'ın şeriat ve hükmünden başka bir yolla uygulanıp gerçekleşmeyen bir adalettir bu. Bir mü'min, işitip itaat eder. Tereddüt etmeden, tartışmadan ve sapmadan...
 Bu dinleme ve itaatin kaynağı ise Allah ve Resulü'nün hükmüne mutlak bir güvendir. 
 Yegane hükmün, sadece Allah ve Resulü'nün hükmü olduğuna güvenmek ve ötesinin de hevaperestlik olduğuna inanmaktır. 

 Çünkü dinleyip itaat etmek, bize hayatımızı bağışlayan ve bu hayatta dilediği gibi tasarruf eden Yüce Allah'a teslimiyetin bir ürünüdür. 
 Ayrıca bu; Allah'ın insanlar için dilediğinin, insanların kendileri için dilediğinden çok daha iyi olacağına inanmanın bir gereğidir. Çünkü yaradan Allah, yaratıklarını en iyi bilendir.
 Nifak, şiddet anlarındaki bocalayışın, münzeviliğin, ürkeklik ve korkaklığın; bolluk zamanındaki böbürlenmece uzun dilliliğin; uzaktan bir tehlike hissedildiği sıralardaysa cimriliğin, hiç bir çaba göstermeyişin, ürkeklik ve huzursuzluğun somut biçimidir. Cihadtan geri kalıp oturan ve başkasını da oturmaya davet eden kimselerdir bunlar:
 "Allah, içinizdeki (cihadtan) alıkoyan ve kendileri ancak nadiren savaşa girdikleri halde kardeşlerine; "siz de yanımıza gelin" diyen kimseleri muhakkak ki bilmektedir. Ki onlar size yardım etmekte de pek cimri davranırlar. (Öyle ki) Korkulu (bir durum meydana) geldiğinde gözleri, ölüm sekeratını geçiren kimseninki gibi döne döne size bakarlar. Korku ortadan kalktığı zaman ise ganimete konma cimriliğiyle keskin bir dille sizi incitip dururlar, işte bunlar, inanmamıştır. Allah da onların amellerini iptal etmiştir." (el-Ahzab: 18-19)

 Ayet-i kerime, münafıkların en belirgin özelliklerini anlatmaktadır. Gerçek yapı özelliklerini ye en net konumlarını anlatmaktadır. Korkulu anlarda hiç bir şekilde titreklik ve korkaklıklarını tutamayan bu korkak sınıfı, horlayıcı bir ifadeyle ortaya koymaktadır.
 "Korku ortadan kalkınca.. Keskin bir dille sizi incitip dururlar." 

 Korku geçtikten sonra saklandıkları yerlerden çıkıp seslerini yükseltmeye başlayan kimselerdir bunlar. Biraz önce korkudan titreyen kimselerdir böylesine bağırıp çağıran, şöyleyiz, böyleyiz diye avurtlarını şişiren, savaşta şöyle şöyle imtihanlar geçirdik, cesaret ve kahramanlık gösterdik diye utanmazca iddialar ortaya atan... 

 Bu tip İnsanların varlığı hiç eksilmez. Her ortam ve her kuşakta görülebilen örnek tiplerdir bunlar. Eğer bolluk ve güvenli bir ortam varsa, bunlar kahramandır, konuşkandır ve er kişilerdir. Yok eğer şiddet ve korku varsa bu defa aynı kimseler korkaktır, suskundur, münzevidir, cimridir, iyilik ve iyilikseverlere karşı elleri sıkıdır. İnciten keskin bir dilden başkasıyla konuşmazlar iyiliksever insanlarla...

 Nifak, iki görüş arasında bocalayıp durmanın biçimidir. Gerçekte insan, bir ufuktan fazlasına yönelemez ve bir tek hayat sisteminden başkasını izleyemez. Aksi takdirde nifak ve adımların birbirine karışması söz konusudur:
 "Allah hiç kimseyi, içinde iki kalble yaratmamıştır." (el-Ahzab: 4)

 Madem ki insanın bir tek kalbi vardır, öyleyse bir tek İlaha yönelmek, bir tek hayat sistemini izlemek ve bunun dışında kalan her tür alışkanlık, gelenek, tavır ve adetlerini terketmek zorundadır. Bir tek kalb... 

 Öyleyse izlenecek hayat nizamı (yolu) da bir tek olmalıdır. 
 Hayat ve kainata bakış açısı, bir tek evrensel düşünceye dayanmalıdır. 
 Değerlendirmelere esas, eşya ve olaylara dayanak olacak bir tek ölçüsü olmalıdır. Aksi takdirde parçalanır, çöker, münafık olur, kaypaklaşır ve dosdoğru istikametten uzaklaşır. 
 Sonra bir insanın; 
 - ahlak ve terbiyesini bir kaynaktan, 
 - şeriat ve kanunlarını diğer bir kaynaktan, 
 - sosyal veya ekonomik düzenlerini başka bir kaynaktan, 
 - sanat ve düşüncesini de dördüncü bir kaynaktan alması mümkün değildir. 
 Bu karmaşa, mümkün değil bir tek kalbe sahip insanın yapacağı iş değildir. Çünkü bu durumda ayaksız ve dayanaksız bir çöküntü yığını, bir parçalanmış yapı meydana gelmiştir. Şu da var: 
 Hak bir akideye sahip olan bir kimse, bu inancının gereklerinden ve özgün değerlerinden hiç bir şekilde fedakarlık yapamaz. Ne bir meselede, ne de küçük veya büyük olsun hiç bir konuda bundan vazgeçemez. Akidesinin gerektirdiği dışında hiç bir kelime söyleyemez, hiç bir hareket yapamaz ve hiç bir şeye niyet edemez. Yani eğer bu akide o kişinin gönlünde pratikleşen bir hakikat durumuna geçmişse, bu kişi her davranış ve sözünde bu inancına mahkûm olmuş demektir. 
 Çünkü Allah, insana bir tek kalbten fazlasını vermemiştir, öyleyse bu kalb, bir tek kanuna boyun eğer, bir tek dünya görüşüne dayanır ve bir tek ölçüyle tartıp biçer. Akide sahibi bir kimse bir iş yapmışsa: 
 "Şunu şahsi sıfatımla, şunu da İslam! sıfatımla yaptım" diyemez. 
 Çünkü o, bir tek kalbe sahip bir tek şahıstır. Bir tek akide taşıyan bir tek kalb.. 
 Aynı şekilde onun bir tek hayat görüşü, bir tek değer ölçüsü vardır. 
 Akidesine dayalı dünya görüşü, hangi durumda olursa olsun kendisinden çıkan her harekete yansımıştır. 
 O, gerek bireysel hayatını, gerek aile hayatını, gerekse cemaat, devlet ve dünyadaki hayatını bu bir tek kalble yaşar.
 Gizli - açık her haliyle, hem işçi, hem işveren olarak, hem hakim hem mahkum olarak ve hem darlıkta hem de bollukta bu bir tek kalbiyle yaşar. 
 Yani ölçüleri sabit, değerleri sabit ve düşünceleri müstakim bir hayat..
 "Allah hiç kimseyi içinde iki kalble yaratmamıştır."
 Öyleyse; 
 - bir tek hayat sistemi, 
 - bir tek yol, 
 - bir tek vahiy, 
 - bir tek bakış açısı ve

- bir tek Allah'a teslimiyet vardır. 
- bir tek kalb, 
 - iki ilaha tapınamaz (kulluk yapıp, ibadet edemez),
 - iki efendiye hizmet edemez,
 - iki sistemi izleyemez ve
 - iki tarafa yönelemez.
 Aksi takdirde, bölünme, parçalanma; yıkıntı ve molozlara dönüşme söz konusudur.
(Seyyid Kutub- Davet Yolu) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder