Sayfalar

30 Nisan 2012 Pazartesi

Tağutlar'ın hile ve aldatmalarına karşı islam davetçileri uyanık ve sabırlıdır..


Davetçiler'in sabırları ve davetleri tağutlar'ın bu son hileleriyle biraz daha zorlanmaktadır, daha önce anlatılan şeytani hileler gayet rahat el ile tutulur bir durumda idi, söz gelimi: Davetçiler derlerdi ki mevcut sistem Allah düşmanıdır, bunu insanlara rahat bir şekilde gösterebiliyorlardı, kahrolsun şeriat söylemleri şeklindeki sloganlar ile...

Bu gün ise bunu yapmak zorlaştı, çünkü tağutlar, şeytanın uyguladığı metodu tam anlamıyla uygulamaya koydular, misal okullara anlaşılmayan, kuran dersini koydular, ve dediler ki; artık kuran duvarlarda durmayacak, okunacak zira kuran okunmak için indirilmiş vs. işte bu sözler iyi niyetli cahil kesime gerçekten ilahi söz gibi gelir, asıl gaye ise tabi bunun arkasında gizlidir... lakin anlaşılması için islam'ın pratikte bilinmesi lazım,  bunu öyle bir yöntem ile uyguluyorlar ki kişiler mutlak bir güvene düşüyorlar...

Bakın kuran okullarda olacak peki, Allah'ın şu sözü gerçekten anlatılacak mı? Allah'ın ayetlerinin alaya alındığı bir yerde durma!! eğer ki durursan sende onlar gibi olursun!
bunu açıklamak mümkün mü? açıklarsa mevcut sistemin değişmesi lazım, çünkü okula giderken ki kıyafet değişip islamın emri olan kıyafetler gelmeli, kız erkek aynı sınıfta olmamalı, atatürkü övmek yerine kafirliği anlatılmalı, yeminler kaldırılmalı, öğretmenlerin pozizyonları tamamen değişmeli vs vs ... bunlr ve dahası mümkün mü?!

işte böyle...

Bu saydığımız kaç misal dışında saymadığımız, kuranın emrettiği yaşam şekli saklanarak, tahrif ederek okutulacaktır, zaten kuran bu sistemi dipten temizleyin emri üzerine, kesin  hüküm vermiştir!
Hasılı...

Burada ve diğer şeytani yöntemler ile oynanan oyunların doğru tespit edilmesi gerekmektedir, zira bunu davetçi bir sorumluluk bilmeli ve aktarmalıdır, işte burada davetçinin sabırlı ve doğru tespitlerde olması gerekir,

Bu oyuna gelmiş cahil ve kalbinde hastalı olan kimseler ile uğraşmak, daha önce yani küfrün çıplak haini gören insanlar ile uğraşmaktan kat ve kat zor olacak...zaten bunlara sabredemeyen çoğu kişi akideden taviz vermiştir, sanki haşa Allah'a yardım ediyormuşcasına...

Buradan sonra yani davetçinin tavrını Ustad Şehid Seyyid Qutuba bırakıyorum:


Zamanla bozulan insanlarla uğraşmak, dava adamının karşılaşabileceği en büyük zorluktur. Hele hele eğer zamanla bozulup kişiliğini kaybeden, ruhundan uzaklaşıp basit bir heykel haline gelen bu insanlar daha önce akideyle tanışmışlarsa, bu zorluk daha da artacaktır. Yani davet edilen bu insanlar, tağutî zorbalığın gölgesinde yaşanan aşağılık hayatı benimseyip alışkanlık haline getirmişlerse...

İşte dava adamı, bu tür durumlarda kat kat çaba harcamak zorundadır. Fazlasıyla sabırlı olmak zorundadır. Sapmaları, eğrilikleri, ilgisizliği, karakter bozukluğunu sabırla karşılamakla yükümlüdür. İnsanların değişik dönemlerdeki aksiliklerine, hiç beklenilmeyen tepkilerine ve cahiliyeye karşı hemen tavır takınmama konusunda sabretmek zorundadır.

İnsanların düşüncesi sık sık değişebilir. Sık sık unutmak, insanoğlunun bir diğer özelliğidir, öyleyse gönüllerin sık sık uyarılması gerekir. Çünkü uyarılan gönüller, parlaklık kazanır ve nurdan ışınlar yayar. Uzun süre uyarılıp nasihatla beslenmeyen gönüller, katılaşma ve donukluğa mahkumdur. Işık ve aydınlığını kaybeden bir gönül, kararmakla karşı karşıyadır.

"İman eden kimselerin, gönüllerinin Allah'ın zikri ve inen hak (Kur'anla) huşu duyması ve böylece kendilerine daha önce kitap verilip de aradan zaman geçtikten sonra gönülleri katılaşan kimseler gibi olmamaları vakti gelmedi mi? Ki onların pek çoğu fasıklardır." (el-Hadld: 16)

Öyleyse bu tür gönülleri öğüt vererek yoklamak ve sürekli bir uyarı altında tutmak gerekir. Maksat öğütlenip huşu duymasını sağlamaktır. Duyarlılık ve inceliğini korumaktır. Katılık ve donmuşluğa meydan vermemektir.

Her şeye rağmen sönük, donuk, katı ve kararmış gönüllerden umut kesmemek lazımdır. Çünkü bir daha canlanabilir. Bir daha aydınlanıp Allah'ın zikriyle huşu duyabilir. Yüce Allah'ın dirilttiği ölü bir toprak yeniden hayat emarelerini gösterip çiçek ve bitkiler çıkardığı, ürün ve meyveler verdiği gibi kalblerin de bir daha canlanması mümkündür. Tabi ki Allah dilerse...

"Bilin ki Allah, ölmüş toprağı tekrar diriltir." (el-Hadid: 17)/Davet Yolu/


ve :
"Rabbin için sabret."
Müddessir'7'
Sabır, bu dava ile ilgili her yükümlülük sırasında, ya da her direnme gerektiren zorluk karşısında tekrarlanan bir direktiftir. Sabır bu çetin savaşın, insanları Allah'a çağırma savaşının en vazgeçilmez azığı ve cephanesidir. Bu savaş aynı anda iki ayrı cephede verilecektir. Cephelerden birinde nefsin ihtiraslarına ve gönüllerin arzularına karşı savaş verilirken öbür cephede ihtiraslarının şeytanları tarafından güdülen, kişisel arzularının dürtüleri tarafından itilen davanın düşmanları ile savaşılacaktır. Bu savaş sürekli, kesintisiz ve çetin bir savaştır. Tek azığı, tek cephanesi. Yalnız Allah'ın rızasını amaçlayan, O'nun vereceği ödülden başka hiçbir şeyde gözü olmayan sabırdır.

Hamd Başındada sonundada Allah'adır...
Devamını oku...

Münafıkların Sıfatları


Allah Teala'nın münafıklar için saymış olduğu sıfatları iyice düşünmek gerekir. Şöyle ki;

Onların kalplerinde şek ve şüphe hastalığı vardır.

Onlar yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar.

Onlar Allah'ın dini ve kullarıyla alay eder, onları hafife alırlar.

Onlar yeryüzünde azgınlık eder ve hidayeti satıp karşılığında delaleti alırlar.

Onlar sağır, dilsiz ve kördürler.

Onlar şaşkınlık içinde olup, Allah'a ibadet etmekte tembel olurlar.

Onlar zina yapmaya düşkündürler.

Onlar Allah'ı çok az anarlar.

Onlar mü’minlerle kafirler arasında gidip gelirler, ne bunlardan taraf, ne de onlardan taraf görünürler.

Onlar yalan yere ve batıl olarak Allah'ın ismiyle çokça yemin ederler.

Onlar yalancıdırlar.

Onlar aşın derecede korkaktırlar.

Onlar dini bilmez ve dinden anlamazlar.

Onlar çok cimridirler.

Onlar Rabb Teala'ya ve ahiret gününe inanmazlar.

Onlar devamlı mü’minlere zarar vermeye çalışır ve mü’minlere, gevşemeleri, çözülmeleri ve aralarına çeşitli fitnelerin girmesi için nasihat etmeye yeltenirler.

Onlar hiçbir zaman Allah'ın dininin galip gelmesini istemezler.

Onlar hakkı yoketmek ve ortadan kaldırmak için durmadan çalışırlar.

Onlar, mü’minlere bir hayrın isabet etmesi ve mü’minlerin zafer kazanmasına son derece üzülürler.

Onlar, mü’minlerin başına gelen mihnet ve belalardan dolayı sevinirler.

Onlar, mü’minlerin başına musibet, felaket ve yenilgilerin gelmesini gözetlerler.

Onlar Allah'ın rızası için O'nun yolunda infak etmeyi sevmezler.

Onlar, mü’minlerde olmayan bazı vasıflarla onlara iftira eder ve böylece onları kötülemeye, lekelemeye çalışırlar.

Onlar Allah yolunda tasadduk edenleri ayıplarlar; az verenleri az verdikleri için ayıplar, çok verenleri de riyakar olmak ve insanların övgüsüne mahzar olmayı istemekle ayıplarlar.

Onlar dünyanın kulları/köleleridir; eğer kendilerine dünyalık verilse razı olurlar, verilmediği takdirde de kızarlar.

Onlar Allah'ın Rasulu'ne eziyet eder, Allah'ın onu beri kıldığı şeyleri ona nispet eder ve onun için yücelik, fazilet ve kemal sayılacak şeylerle onu ayıplarlar.

Onların tek maksatları yaratılmışları razı etmek olup, alemlerin Rabb'ini razı etmeye hiç çalışmazlar.

Onlar mü’minlerle dalga geçerler.

Onlar, Rasulullah'tan geri kalıp cihada gitmemekle sevinirler.

Onlar Allah'ın yolunda cihad etmekten ve edilmesinden hoşlanmazlar.

Onlar çeşitli hilelerle Allah'ın farz kıldığı şeyleri iptal etmeye ve onlardan kurtulmaya çalışırlar.

Onlar Allah ve Rasulu'ne itaat etmemeyi arzularlar ve bunu isterler.

Onların kalpleri mühürlenmiş olup, Hakk'ı düşünemezler.

Onlar, yapmaya güç yetirdikleri halde Allah'ın kendilerine farz kıldığı şeyleri terk ederler.

Onlar, insanlar arasında Allah adına en çok yemin edenler olup, bunu, Müslümanların kendilerine karşı gelmesinden korunmak için kalkan edinirler. İşte bir münafığın en temel ve olmazsa olmaz vasfı budur.

Onlar, Ademoğulları arasında en pis ve en rezil varlıklardır.

Onlar fasıktırlar. Allah ve Rasulü’nün emirlerine bağlı kalmazlar.

Onlar mü’minler için zararlı mahluklar olup, devamlı onları bölüp parçalamaya çalışırlar.

Onlar, mü’minlere, Allah'a ve Rasulu'ne savaş açan herkesi barındırır ve onlara yardımcı olurlar.

Onlar mü’minlere zahiren benzemeye çalışır ve amellerinde onlara taklit ederler ki, böylece onlara zarar vermeye ve onların birliklerini bozmaya yol bulsunlar. İşte münafıkların hiç değişmeyen bir sıfatı…

Onlar, Allah'ı ve Rasulü’nü inkar etmekle kendilerini fitneye düşürmüşlerdir.

Onlar, kötü akıbet ve felaketlerin Müslümanların başına gelmesini gözetlerler. İşte münafıkların hiçbir zaman değişmeyen bir özelliği…

Onlar din hakkında şüpheye düşmüş, onu tasdik etmemişlerdir.

Onları batıl istekler ve şeytan aldatmıştır.

Onlar, bedeni yönden insanların en güzelleri olup, görünüşleri bakanların, konuşmaları da dinleyenlerin nazar'ı dikkatlerini celbeder. Ancak beden ve sözlerinin dışında duvara dayandırılmış bir odundan başka bir şey göremezsin, İman yok… anlayış/fıkıh yok… ilim yok… sadakat/samimiyet yok… Sadece nazar-ı dikkati celbeden bir elbise giydirilmiş bir odun. Bunun dışında hiçbir şey değiller… Onlar, kendilerine tevbe ve istiğfar etmeleri teklif edildiğinde kabul etmez ve buna ihtiyaçlarının olmadığını iddia ederler. Ya kendilerinde bulunan zındıklık ve cehl-i mürekkeb onları bundan ve tüm taatlerden ihtiyaçsız bırakmakta -ki birçok zındığın durumu böyledir- veya kendilerini bunlara davet edenleri küçümseyip basite almakta ve bundan dolayı onların davetlerini kabul etmemektedirler. Onlar Allah'ın ayetlerini ve Rasulü'nü eğlence konusu edip, bunlarla alay ederler.

Onlar mücrim ve suçludurlar.

Onlar münkeri emreder, ma'rufu yasaklarlar.

Onlar Allah'ın razı olacağı yollarda mallarını infak etmezler.

Onlar Allah'ı hatırlamaz ve zikretmezler. Onlar mü’minleri bırakıp kafirleri dost edinirler.

Şeytan onları tamamen kontrolüne almış ve onlara hakim olmuştur.

Şeytan onlara galip gelip, Allah'ı anmayı/hatırlamayı onlara unutturmuştur. Böylece onlarda Allah'ı çok az anarlar/hatırlarlar.

Onlar şeytanın taraftarları/askerleridir.

Onlar, Allah ve Rasulü'ne düşmanlık edenleri sever, onlara dost olurlar.

Onlar, mü’minlerin zorluk ve sıkıntıya düşmesini arzularlar.

Onların mü’minlere olan buğz ve nefretleri, ağızlarından taşmakta ve dil sürçmelerinden anlaşılmaktadır.

Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri sadece ağızlarıyla söylerler.

Rasulullah (sav)'in onlara ait olduğunu belirttiği bazı sıfatları da şunlardır:

Konuşurken yalan söylerler.

Emanete ihanet ederler.

Verdikleri sözde durmazlar. Sözlerini bozarlar.

Tartışırken aşırıya gider ve karşılarında bulunan kimseyi altetmek için yalan söyler, bağırıp çağırırlar.

Va'dettiklerini yerine getirmezler.

Namazı en son vaktine kadar geciktirirler. Namazı hemen hızlıca kılarlar.
Cemaatle namaza gelmezler. Onlara en ağır gelen namazlar, sabah ve yatsı namazlarıdır.

Yine Allah Teala'nın onlara ait olduğunu beyan ettiği bazı sıfatları şunlardır:

Onlar, mü’minler için hayır dilemekte cimrilik yaparlar. Onlar, korkulacak bir durum (savaş gibi) oldu mu korkuya kapılırlar. Korkulacak şey ortadan kalkar ve güvenli bir ortam oluşursa, bu seferde keskin dilleriyle mü’minleri incitirler. Mü’minlere karşı dilleri en keskin olan insanlar onlardır. Nitekim şöyle denmiştir: Bize karşı cahillik, düşmanlarınıza karşı korkaklık ha: Cahillik ve korkaklık, ne kötü iki haslet! Hiç şüphesiz ki korku onlarında onların kalplerinde gizledikleri açığa çıkar. Güven ortamında ise, kesinlikle bunları gizli tutarlar ve bu çirkinlikleri gizli kalır. Müslümanlar için korkulacak bir durum oluştu mu, bunların kalplerinde bulunan akrepler hemen ortaya çıkar ve gizli bulunan bütün çirkinlikleri zuhur eder.

Onların dilleri çok tatlı, fakat kalpleri çok sert ve acıdır.

Onlar, insanlar arasında sözleriyle hareketleri en çok çelişenlerdir.

Hiçbir zaman onlarda dini iyi bilmek/anlamak ve güzel bir yaşayış/ahlak bir arada bulunmaz.

Her zaman onların hareketleri sözlerini, içleri dışlarını yalanlar ve gizli halleriyle zahiri davranışları birbiriyle çatışır.

Hiçbir hususta gerçek bir mü’min onlara güvenmez; Çünkü onlar, hak veya batılla, doğru veya yalanla her işin bir çıkış yolunu hazırlamışlardır. Böylece kendileriyle beraber yapılacak olan her türlü işten kurtulma bahaneleri hazırdır. Zaten bundan dolayı kendilerine münafık ismi verilmiştir. Bu isim, jerbon denen hayvanın yuvasının ismi olan “nafika”dan alınmıştır. Bu hayvan yuvası için birçok çıkış deliği/kapısı yapar, hangi delikten yakalanmaya çalışılsa, diğerinden kaçar böylece onu yakalamaya çalışan kimse, tek bir delikten hiçbir zaman onu yakalayamaz. İşte münafığa karşı senin halin, suyu kabzetmeye çalışan kimsenin durumu gibidir; hiçbir tarafından onu tutman mümkün olmaz.

Münafıkların en bariz bir özellikleri de çabuk renk değiştirmeleri, halden hale girmeleri ve hiçbir zaman tek bir hal üzere sebat etmemeleridir. Bazen sen hayret eder derecede onu dindar, ibadet ehli, salih ameller yapar ve sadakat/samimiyet üzere görürsün; bir de bakarsın ki bunların tam zıddını yapmaktadır. Hem de sanki bu kötülüklerden başka hiçbir şey bilmemiş ve görmemişçesine… Hiç şüphesiz ki insanların en çok renkten renge girenleri, halden hale girenleri ve bir hak üzere sebat etmeyenleri onlardır.

Onlar gece leş gibi uyurlar, gündüz boyunca da dünyaları için çalışırlar. Ahireti ise hiç düşünmezler.

Onların en bariz özelliklerinden biri de tartışma ve çekişme esnasında sen onları Kur'an ve sünnete başvurmaya davet ettiğin zaman, onlar bunu kabul etmez ve tağutlarına gidip muhakeme olmak için seni davet ederler. Bu konuda Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “(Ey Muhammed), sana indirilen (Kur'an)'a ve senden önce indirilen (kitaplar)a inandıklarını (sözde) iddia edenleri görmedin mi? Kendilerine inkar (ve red) etmeleri emredildiği halde yine de tağuta mahkeme olmak isterler. Şeytan da onları (böylece hidayetten) uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister. Onlara: “Haydi (hakem olarak) Allah'ın indirdiği (Kur'an-ı Kerimi) ne ve Rasulü'ne gelin” dendiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün. Elleriyle yaptıkları (kötülükler) yüzünden kendilerine bir felaket geldiği vakit: “Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka (bir şey) istemedik” diye nasıl da Allah'a yemin ederek sana gelirler. Onlar, kalplerinde olan (yalan)ı Allah'ın bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, yine de onlara öğüt ver ve kendileri hakkında tesirli söz söyle.” (en-Nisa 4/60-63)

Onların bir diğer sıfatı da şudur: Onlar, insanların akıl ve görüşleriyle Rasulüllah’ın getirdiklerine karşı koyarlar. Dolayısıyla onlar hem Rasulüllah'ın getirdiklerinden yüz çevirmişler, hem de onun getirdiklerine karşı koymaktadırlar. Onlar iddia ederler ki, hidayet/doğru yol insanların akıl ve görüşlerinde olup, Rasul'ün getirdiklerinde değildir. Şayet onlar sadece onun getirdiklerinden yüz çevirseler ve başka bir şeyi onunla değişselerdi, yine de münafık olurlardı. Peki bununla beraber onun getirdiklerine karşı koyup, hidayetin ondan elde edilemeyeceğini iddia ederlerse nasıl olur!?

Onların belirgin özelliklerinden biri de şudur: Onlar hakkı gizlerler ve hak ehlinin kafalarını karıştırmaya çalışırlar. Onlar hak ehline kendi ilaçlarından vermek isterler. Hak ehli olanlar iyiliği emredip kötülüğü nehyettikieri ve Allah'a davet ettikleri zaman, hemen onları yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmakla itham ederler. Halbuki Allah'da, Rasulü'de ve mü’minlerde biliyorlar ki yeryüzünde fitne ve fesat çıkaranlar onların ta kendileridirler.

Rasullerin varisleri, onları Allah'ın kitab’ına ve Rasulüllah'ın sünnetine -saf ve bütün şaibelerden arınmış olarak- davet ettikleri zaman; hemen onları bid'at ehli ve sapık diye itham ederler.

Onlar hak ehlini dünya hususunda zahit, ahirete rağbetli ve Allah ile Rasulüne itaatkar gördükleri zaman, hemen onları kötü ahlak, aldanmışlık ve imkansız bir şeyle meşgul olmakla itham ederler.

Onlar hak ehlinin elinde hakkı gördükleri zaman, ona batıl elbisesini giydirir ve insanların ondan uzaklaşmasını sağlamak için çirkin bir kalıp içinde onu aklı zayıf olan insanlara sunarlar. Fakat kendi ellerinde bulunan batıla da hak elbisesini giydirir ve kabul edilmesi için süslü bir kalıpta insanlara onu sunarlar.

Elhasıl: Müslümanlar arasında onlar, saf altın paralar arasında bulunan karışımlı, sahte paralardır ki, insanların çoğunluğunun yanında -sarrafçılıktan anlamadıkları için- bunlar revaçta olur. Ancak insanlardan basiretli sarraflar bunların halini bilebilirler ki, onlar da çok azdırlar.

Hiç şüphesiz ki dinler için bu tip insanlardan daha zararlı hiç kimse yoktur. Dinleri bozanlar da bunlardan başkası değildir. Bundan dolayıdır ki Allah Teala Kur'an'ı kerimde bunların durumunu açıklığa kavuşturmuş, sıfatlarını iyice izah etmiş ve hallerini beyan etmiştir. Onların ümmete çıkardıkları zorluklar şiddetli olduğu ve ümmetin onlarla imtihanı büyük olduğu için Allah Teala tekrar tekrar onları zikretmiştir. Zira onlar ümmetin arasında bulunmakta ve ümmetin onları tanımaya, onlara benzemekten ve onlara kulak vermekten sakınmaya şiddetli bir şekilde ihtiyacı vardır.

Onlar Allah'a seyr-u sülük yapan nicelerinin hidayet yollarını kesmiş, onları helak ve dalalet yollarına sevketmiş, onlara çeşitli vaadlerde bulunarak boş arzularla onları aldatmışlardır. Ancak onların vaat ettiğ şey aldanmak olup, telkin ettikleri dileklerde veyl ve ölümdür.

Onlar vasıtasıyla nice insan şeytan yolunda öldürülmüş, nicelerinin de iman ve takvaları çıkarılıp atılmıştır. Onlardan dolayı kimileri esir düşerek tüm kurtuluş umutlarını yitirmişlerdir. Kimileri de Allah'ı bırakıp kaçmış, başka şeylere yönelmiştir. Heyhat! Kaçış zamanı değildir. Onlarla beraber olmak ayıp ve rezillik olup, onları sevmek Cebbar olan Allah'ın gazabının inmesine ve cehenneme girmeye sebep olur.

Onların avcılarının köpekleri kimi yakalasa ve görüşlerinin pençeleri kime takılsa, ondan din ve iman elbiselerini parçalayıp çıkarırlar ve onun için bela ve perişanlık elbiselerini dikerler. Artık o, mahrumiyet ve şakavet eteklerini yerlerde sürüyerek, gerisin geriye topukları üzere yürümeye başlar ve bunun ilerlemek olduğunu zanneder.

Allah'a yemin olsun ki onlar yol kesen eşkiyalardır. O halde ey saadet ehlinin makamlarına doğru yolculuk yapan kervan, onlardan son derece sakın ve kesinlikle bunu ihmal etme! Zira onlar kasap olup, dilleri bela ve musibet kesen keskin bıçaklardır. Dolayısıyla ey koyun sürüsü, onlardan son derece kaçın! İşte gerçek düşmanlar onlardır, onların bela ve musibetine uğramaktan sakının! Hiç şüphesiz ki bizim onlarla birlikte yaşamamız kaçınılmazdır. Onlarla bir arada yaşamanın en büyük hastalık olmasına rağmen, bizim bundan başka bir çaremiz de yoktur.

Onlar kendilerini, cehennemin kapısında duran ve ona davet eden cehennem davetçileri yaptılar; onların davetine icabet edenlere helak olsun!

Onlar cehennemin etrafında, bütün süs ve çekiciliğiyle beraber ağlarını kurdular; onların ağlarının süs ve çekiciliğine aldananlara veyl/yazıklar olsun!

Onlar ağlarını kurdular.. İplerini uzattılar… Ve çağrıcıları şöyle çağırdı: “Ey koyunlar sürüsü, haydin helaka! Haydin yokolup ziyana uğramaya!” Bütün koyanlar koşuşarak onlara doğru yarışa girdiler ve onlarda koyunları sulamak için tatlı kaynaklara değil, azap havuzlarına götürdüler… Onlar bu koyanları, helak ve belanın en büyüğüne sattılar. Ve onlara dediler ki: “Haydin perişan bir vaziyette bu alçalmışlık kapısından girin ve: “Bizim günahlarımızı bağışla” demeyin; zira gün, bağışlanma günü değildir.”

Muhakkak ki hayret edilmesi gereken kişiler bunların ip ve ağlarına tutulan kişiler değil; onların tuzaklarından kurtulabilen kişilerdir. Bedbahtlığı kendisine galip gelmiş ve bunun için yaratılmış olan bir kişi, bunların tuzaklarından nasıl kurtulabilir ki?

İşte şüphesiz ki bu tabakayı oluşturanlara, ancak Allah'ın kendilerini yerleştirmiş olduğu perişanlık ve alçalmışlık yurduna yerleştirilmeleri ve küfür ile inat ehlinin makamlarının en aşağısına indirilmeleri yaraşır.

Muhakkak ki kulun iman ve marifeti oranında, bu tabaka ehlinden olmaktan korkusu da artar. İşte bundan dolayıdır ki ümmetin önderleri ve öncüleri olan ashab, bunlardan almaktan yana kendi nefisleri hakkında şiddetli bir korkuya kapılırlardı. Nitekim Ömer bin Hattab (ra) şöyle derdi: “Ey Huzeyfe, Allah hakkı için söyle: Rasulüllah onlar arasında benim adımı da zikretti mi?” Huzeyfe dedi ki: “Hayır. Fakat senden sonra hiç kimseyi tezkiye etmeyeceğim.” Yani; senden başka bu hususta hiç kimseye bir şey söylemeyeceğim. Yoksa bu: “Senden başka hiç kimse münafıklıktan beri değildir” anlamında anlaşılmamalıdır.

İbni Ebi Melike de şöyle der: “Ben Rasulüllah (sav)’in ashabından otuz kişiyle karşılaştım, onların hepsi de kendi nefisleri hakkında nifaktan korkarlardı. Onlardan hiç biri: “Cebrail ve Mikail'in imanı üzere olduğunu” söylemiyordu.” (Buhari; İbni Hacer, Fethü'l-Bari, 1/109)

 Ibn-i Kayyum El-Cevziyye(Rha)
Devamını oku...

Allah'tan Korkanlar ve Allah'ı Sevenler


ﺑﺴﻢﺍﻟﻠﻪﺍﻟﺮﺣﻤﻦﺍﻟﺮﺣﻴﻢ


"Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur." (Fatiha:1) ki, “O, insanı bir kan pıhtısından yarattı” (Alak: 2) "Ve insana sayısız nimetler bahşetti." (İbrahim:34) "O’nun eşi ve benzeri yoktur."(Şura:11) "O her şeyden münezzeh ve yücedir."(Zümer:67) BEN ŞEHADET EDERİM Kİ, KENDİNİ İLAH KABUL EDEN YAHUT İLAHLAŞTIRILMIŞ HER TÜRLÜ DÜŞÜNCE, SİSTEM, YOL VE ŞAHISLAR, SİMGELER, İZMLER, REJİMLER, PUTLAR BATILDIR; TEK İLÂH OLARAK ANCAK ALLAH VARDIR. Bu yüzden hamd ve kulluk ancak Allah’ın hakkıdır. Ve ben şehadet ederim ki, Muhammed (sas) O’nun kulu ve Rasuludur. Allah, o resulü insanları şirk karanlığındaki bataklıklardan kurtarmak için göndermiştir. Allah’ın salat u selamı Rasulullah’ın (sas) üzerine olsun. Ve yine Allah’ın selamı, o Rasulun (sas) temiz ve mübarek Ehl-i Beytine (r.anhum), kendisi ile beraber bu davanın temellerini oluşturan Ashab-ı Kiram’a (r.anhum) ve onların izinden ayrılmadan dimdik yürüyen; kıyamete kadar mutlaka hazır olacak olan garip muvahhid Müslümanların üzerine olsun. (Âmin)

Allah’ın izni ile bu küçük risale kimlerin Allah’ı daha çok sevdiğini ve kimlerin Allah’tan daha çok korktuğunu açıklamak içindir… Ve bu iki olguya karşılık dünya hayatına dalanların nasıl bir “sevgi ve korku” arasında tercih ettiklerini göstermek içindir. Dünya hayatına karşılık Allah’ı sevmek yahut dünya hayatına karşılık Allah’tan korkmak…

“Sen sadece bir uyarıcısın. Biz seni gerçeğin müjdecisi ve uyarıcısı (korkutucusu) olarak gönderdik. Her millete mutlaka bir uyarıcı gönderilmiştir.” (Fatır: 23-24)“Biz seni gerçeğin müjdecisi ve uyarıcısı (korkutucusu) olarak gönderdik. Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin.” (Bakara: 119)
Allah’a Olan Sevgi ve Dünya Hayatı Arasında Tercih
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“İnsanlar arasında Allah'a çeşitli eşler koşanlar ve bu koştukları eşleri Allah'ı sever gibi sevenler vardır. Oysa müminler en çok Allah'ı severler. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'ta olduğunu ve Allah'ın azabının ağır olduğunu anlayacaklarını keşke şimdiden bilselerdi!” (Bakara:165)
Kişinin Allah’ı sevmesi, Allah’a olan iman ile doğrudan doğruya ilişkilidir. Zira eğer bir kimse Allah’ı sevdiğine iddia ediyorsa O’na hiçbir şekilde şirk koşmayıp; O’nun bizim üzerimizdeki hakkını yerine getirir. O’nun emir ve yasaklarına riayet eder. Burada kastedilen herhangi bir şekilde fıtri sevgi ya da herhangi bir şekilde eşyaya duyulan sıradan bir sevgi değildir hiç şüphesiz. Burada “Allah’a olan imanı engelleyici bir sevgi”den söz edilmektedir. Ki bu imanı engelleyici sevgi kişinin bu konudaki Allah’a eş koşmuş olduğu tağutu olmuş olur. Çünkü bir kimse kalbini Allah’tan başka bir varlığın sevgisi ile doldurursa, o kalpte Allah’ın sevgisinin yer etmesi ve derinlikleri etkilemesi ve dolayısı ile hayatına yön vermesi beklenilemez. Bir kimse, Allah’tan başka bir varlığa duymuş olduğu sevgiyi Allah’a duyulacak sevgi ile aynı seviyeye getirirse bu apaçık bir şekilde şirktir. Bir de bundan daha vahim bir durum vardır ki “kalbinden Allah’ın sevgisini silip yerine başka şeylerin sevgisini dolduran” bir kimsenin sonu ne kadar hüsrandır!
Allah’a olan sevgi imanın, imanlı kimselerin alametidir. Ayette “Oysa mü’minler en çok Allah’ı sever” diyerek bu gerçeğe dikkat çekilmektedir. Mü’minler de herhangi bir varlığı sevebilir, ancak bu Allah’ın izin verdiği sınırlar dâhilinde ve kendilerini değil şirke bulaştırıcı, o yollara dahi sürüklemeyen bir sevgidir bu. En nihayette insan, içindeki bazı fıtri duyguların önüne geçemeyebilir. Ama işte, mü’min olan kimsenin Allah sevgisi öyle bir şeydir ki, Müslüman olurken her türlü cehenneme çağırıcı sevgi, cezbedici durumu iterek Allah’ın sevgisini her şeyin önüne alıp; kalbindeki kirleri temizlemiş ve Allah’a iman etmiştir. Ve daha sonrası da, mü’min olan kişinin önüne nasıl bir engel çıkarsa çıksın her şeyden daha çok sevdiği Rabbini razı etmek için elinden gelen gayreti gösterir ve engelleri aşar biiznillah… Çünkü o her şeyi ile Rabbine teslim olmuştur. Allah (cc) ta kendisine teslim olanları yüzüstü yardımsız bırakmaz.

İmam İbni Teymiye (Allah rahmet etsin) şöyle diyor:
“İman ehlinin sevgilerinin aslı Allah'ı sevmektir. Allah'ı seven Allah'ın sevdiklerini de sever. Allah'ın sevdiğini seveni Allah da sever. Sevilenin sevdiği Allah için sevilendir. Allah bunu sever. Kim Allah'ı severse, Allah da onu sever. Allah'ı seveni de sever.” (Külliyat c:9, “Kişi Sevdiği İle Beraberdir” hadisinin şerhi)

İbni Kayyım (Allah rahmet etsin), sevgi çeşitlerinden şu şekilde bahseder:
“Dört çeşit sevgi vardır ve bunları birbirinden ayırt etmek gerekir. Doğru yoldan sapanlar ancak bunları birbirinden ayırt etmediklerinden sapmışlardır:
1- Allah sevgisi: Allah'ın azabından kurtulmak ve ödülünü kazanmak için bu tek başına yeterli değildir. Çünkü müşrikler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve başkaları da Allah'ı severler.
2- Allah'ın sevdiklerini sevmek: Kişiyi İslâm'a sokan ve ondan çıkartan bu sevgidir. Allah'ın en sevdiği insanlar bu sevgide en düzgün ve en çok olanlardır.
3- Allah için ve O’nun yolunda sevmek: Bu Allah'ın sevdiklerini sevmenin gereklerindendir. Allah'ın sevdiklerini sevmek ancak O'nun yolunda ve O’nun için sevmekle olur.
4- Allah'la birlikte sevgi: Bu da şirksi sevgisidir. Allah için olmaksızın Allah'la birlikte bir başka şeyi seven kişi Allah'tan gayri bir ortak edinmiştir. Bu, müşriklerin sevgisidir.
Bir de beşinci tür bir sevgi var ki, o da şimdi konumuz değil. O da doğal sevgidir. Doğal sevgi insanın, tabiata uyan şeye meyletmesidir. Susuzun suyu, aç kimsenin yemeği sevmesi, uyku, eş ve çocuk sevgisi bu türden sevgiye örnektir. Bu, Allah’ı zikretmekten oyalamadığı, O’nun (c.c.) sevgisinden alıkoymadığı sürece yerilmez, aksi takdirde yerilir. Nitekim Yüce Allah (cc) şöyle buyurur:
“Ey inananlar, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın" (Münafîkûn: 9)
“Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı erkekler...” (Nûr: 37)” 
(ed-Dâ ve’d-Devâ / Sevgi Çeşitleri Bâbı)

“Allah’ın sevdiklerini sevmek” başlığına en güzel örnek hiç şüphesiz; Allah’ın sadece kendisinden razı olduğu İslam’ın kendisidir. Bundan sonra o kimse Allah’ın diğer razı olacağı amelleri yaparak O’nu sevdiğini gösterip; O’nu razı etmenin yollarına bakar. Kişi ilk olarak Allah’ı sevdiğini İslamiyet’i benimseyerek gösterebilir. Dolayısı ile Allah’ta bu kişiden razı olup onu sevecektir. Çünkü şurası kesin bir şekilde bilinen bir gerçektir ki“Allah katında geçerli din İslam’dır.” (Â-li İmran: 19) buyrulmaktadır. Bu ifade öyle genel bir ifadedir ki; hem fiil olarak ve hem de fail olarak Allah’ın sevdiklerini sevmeyi kapsamaktadır. Bu da Allah’a olan sevginin, velânın, muhabbetin ve teslimiyetin göstergesidir.

Kâfirlerde, Allah sevgisi o kadar azdır ki, bundan dolayı iman etme gibi bir temayülleri söz konusu olmamaktadır. Çünkü bu “sevgisizlik” ya da “sözde sevgi” onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerine sebep olmaktadır. Dünya hayatına ve çekiciliğine ve yahut rahatlığına kendini kaptıran kimse için ahiret hayatında hayırlara vesile olacak iman etme yolları tıkanmıştır. Bunu kendi heva ve hevesi ile kendisi yapmıştır. Çünkü Rabbini seven kimse bu geçici olan dünya nimetleri ne kadar çok olursa olsun, kendisi için hayır olacak olan saadet yurdu için terk eder. Burada belirtmek isterim ki, terk etmesi gereken şeyler hiç kuşkusuz kendisinin iman etmesini engelleyen unsurlardır. Eğer terk edemiyorsa kendi hidayetinin önünü kendisi tıkamış olacak ve ahiretini hüsrana uğratacaktır.

İşte kişilerin iman etmesini engelleyen en büyük faktör geçici olan dünya hayatını Allah sevgisinden, Allah rızasından üstün görmeleridir, tercih etmeye sebep görmeleridir.
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Onlar ki, dünya hayatını âhirete tercih ederler, insanları Allah yolundan alıkoyarlar ve bu yolu eğri göstermeye yeltenirler. İşte onlar koyu bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim: 3)
“Fakat siz şu dünya hayatını üstün tutuyorsunuz. Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır.” (A’la: 16-17)


Esas olarak dünya hayatı başlı başına bir sebep değildir. “Dünya hayatı” dediğimiz zaman, kişinin nefsine hoş gelen kadın, para, mal, evlat, makam sevgisi kastedilmektedir. Bu ve benzeri unsurlar herhangi bir varlığa duyulacak“sevgi” kapsamında değerlendirilir. Normal şartlarda mübah olan bu gibi şeylerin sevgisi tercih söz konusu olduğunda, yani Allah yolundan alıkoyduğunda şirke kadar götürücü sevgidir. İşte çoğu zaman insan bunların sevgisini Allah’ın sevgisinden üstün tutarak, dünya hayatını ahiret hayatına üstün tutup; tercihini dünyadan yana kullanmışlardır. Bunun kişiler için en güzel kanıtı küfrü, imana tercih etmeleridir. Fakat bunun aksini iddia ederek “ben öyle bir tercih yapmadım ki!” diye cevap verirler. Ancak bu sadece kendini aldatmaktan öteye geçen bir söz değildir.

Kişiler dünyaya müptela oldukları ölçüde kalplerinde kararmalar meydana gelecektir. Her günah diğer bir günahı tetikler ve bu sayede kalbi katılaşıp simsiyah bir hale gelir. Sanki artık o kalbe “Allah sevgisi” diye bir şey giremez olur. Ve dünyaya kendilerini kaptırdıkları oranda Allah sevgisinden, iman sevgisinden uzaklaşırlar. Bunun sonucu olarak ta ahirette, dünyadaki durumuna nispetle kim bilir belki küfre düşürücü bir dalgınlıktır ve ebedi cehennemi hak edecektir.

Müsetred b. Şeddâd'ın rivayetinde Rasulullah (sas) şöyle buyuruyor:
“Dünya ahirete göre birinizin denize parmak batırması gibidir. Baksın bir; parmağında ne kadar yaşlık kalıyor. Dünya o ıslaklık, ahiret ise deniz gibidir” (Ahmed b. Hanbel / Müsned – Tirmizi)
İşte bu yüzden kişilerin dünyaya ne kadar daldıklarını, kendilerini dünyaya teslim ettiklerini düşünmeleri lazımdır. Zira daha öncede belirttiğimiz üzere dünyaya daldıkça ahirette saadetten o derece uzaklaşılma yoluna girilmiş olur.
Kalbinde ve yaşantılarında Allah’ın sevgisini yer ettirmeyen bir kimse ister istemez dünyaya tamah edecektir. Kimileri kadınını, kimileri mal, mülk, evlat vs bahane ederek kendilerini aklamaya çalışırlar. Ancak durumuna göre bunlar kişinin tağutu konumuna geldiği için onları; “…Allah’ı sever gibi severler…” kavlindeki geçtiği üzere sevip şirke düşeceklerdir. Bu yüzden kişi kendisini Allah’tan, Allah’ın dininden soyutlayıp uzaklaştıracak şeylerden soyutlaması lazımdır. Kendisine mübah olanlarla yetinmesi gereklidir. Herhangi bir bahane, mazeret uydurmanın hiçbir anlamı yoktur. Çünkü “sevmek” fiili kalbin sesidir ve eyleme geçirilmelidir. Bunun yanı sıra dünyadan tamamen el etek çekilmesi de emredilmemektedir. Zira insanın buna gücü yetmez ve aynı zamanda hayatını idame ettirebilmek için dünyadan mübah olacak şekilde helal yollardan, imanına engel olmayacak şekilde faydalanması da zaruridir, şarttır.

İbni Kayyım (ra) başka bir yerde şöyle demektedir:
“İnsanların en aldanmışları dünyaya ve onun peşin nimetlerine aldanan, bunu ahirete tercih edip, ahiret yerine buna razı olan kimselerdir. Hatta bunların bazıları: “Dünya peşin para, ahiret ise veresiyedir” derler.
Bunlardan kimisi: “Vaad olunan incidense peşin ödenen zerre daha iyidir” der.
Kimisi: “Dünyanın zevkleri peşin, ahiretinki ise şüphelidir; o yüzden şüphelinin ardına düşüp peşini bırakmam” der.
Bu, şeytanın en büyük aldatmaca ve kandırmacalarındandır. Dilsiz hayvanlar bunlardan daha akıllıdırlar. Çünkü hayvanlar kendilerine zarar verecek bir şeyden korktuklarında, dövülseler dahi oraya yaklaşmazlar. Bunlar ise kendilerini helâke götürecek şeylere dalarlar.
Böylesi biri ya inanıyordur, ya inanmıyordur. Eğer Allah'a, peygamberine Allah’la (c.c.) buluşmaya, O’nun (c.c.) amellerin karşılığını vereceğine inanıyorsa Kıyamet günü insanların en çok pişman olanı olacaktır. Çünkü yaptığını bile bile yapmıştır. Eğer inanmıyorsa ahirette daha az pişman olacak ve daha az hayıflanacaktır.” (ed-Dâ ve’d-Devâ / Dua ve Dünya Bâbı)

İbni Kayyım’ın dikkat çektiği husus ne kadar da güzeldir. Hayvanlar dahi bu kadarını düşünebiliyorlar. Ancak dünyanın geçici süsüne müptela olmuş insan, o kadar körleşmiştir ki artık düşünemez hale gelmiştir. Hâlbuki insanın fıtratı Rabbini tanıyıp sevmeye müsait bir şekilde yaratılmıştır.

Dünyaya ve içindekilere –kadın, mal, mülk, evlat, iş, vs…- aldanmak sadece iman etmeyi engelleyen bir sebep değildir elbette. Kendisinde bu gibi hususlarda herhangi bir hastalık bulunan ya da temayülü bulunan Müslümanlar için bile tehlikeli bir durumdur. Zira şeytan herhangi bir Müslüman’a direkt olarak şirke, küfre girmesini telkinde bulunmaz. Bu istediği isyankâr sonuca sinsi bir plan kurarak çeşitli desiselerle, süslü aldatmalarla ulaşmak ister. İşte doğrudan doğruya şeytan şunu bilir ki, bir Müslüman’a şirke girmesini istediği zaman ona “ateşe atla” demiş olacaktır ki, bu da şeytanın metodu değildir. Kendisine küfürden daha aşağı şeyleri telkin ederek, bu ilgi çekici olayları kendisine daha çok sevdirmeye çalışır. Ve o kimsenin içindeki Allah sevgisi zamanla azalır ve yerine dünya ve içindekilerinin sevgisi alır. Ve Allah korusun bu sevdiği dünyalık şeyleri kaybetmemek için dininden olur, İslam’dan çıkar gider. İşte bu yüzden Müslüman bir kimse Allah’la arasındaki olan bağı kuvvetlendirip, sürekli O’nu razı edecek amellerini arttırmalıdır ve yaratıcısına olan sevgisini her fırsatta güçlendirip Rabbine yakın olmalıdır. Çünkü Müslüman kişi Müslüman olmakla mükellefiyetlerden kurtulmuş değildir. Onu birtakım musibetler, imtihanlar beklemektedir ki Müslüman bu gibi durumlar için kendisini takviye etmesi lazımdır.

Müslüman kimse için sevgisini takviye etmesi onun imanının kuvvetlenmesine vesiledir. Ve artık bu sevgi zamanla öyle bir lezzet haline gelir ki, takva arttırır; Rabbini daha çok sever.
İbni Kayyım (r.a) şöyle diyor:
“Haz almak sevgiyi izler. Sevgi arttıkça haz da artar, zayıfladıkça o da zayıflar. Sevilene rağbet edilmesi ve ona şevk duyulması daha güçlü oldukça ona ulaşmak için haz da daha tamamlayıcı olur.
Sevgi de, şevk de onu bilmeye ve tanımaya bağlıdır. Buna göre O her bilindikçe O’nu sevmek de daha eksiksiz ve daha tamamlayıcı olur.
Nimetlerin tamamı eksiksiz olarak âhirete ve hazzın tamamı da ilme ve sevgiye dönüş yapınca ve Allah'a iman edince ve O'nu en iyi bilmeye çalışınca, işte bu kimseye Yüce yaratan daha sevimli olur ve O'na (âhirette) ulaşmanın hazzını duyması, O'na komşu olması, yüzüne bakması ve kelamını işitmesi, daha tamamlayıcı olur.” (el-Fevaid / Sevgi Mârifete Tâbidir Bâbı)

İşte, iman olmadığı müddetçe kişi Rabbini sevip, bu sevgiden haz alamıyor ve buna karşılık Rabbini sevmek duygusunu içine almadıkça iman etme yollarını açamıyor. Çünkü kişi sevmediği bir şeyi ne tanımak ister – ki tanıyamaz- ne de bilir. Dolayısı ile iman etmeyen insanlar Rablerini sevmedikleri, tanımadıkları müddetçe iman etmeleri gerektiğini bilemeyeceklerdir.

İmam İbni Teymiye (ra) şöyle diyor:
“Yakın olmak isteyenin yaklaşmak istediği kişiye sevgisi, onun sevgisine tabi ve bağlıdır. Bir şeyi sevmeyen kişi, ona yakın olmayı da sevmez. Çünkü yakın olmak vesiledir. Vesileyi sevmek, maksudu sevmeye tabidir. Onun için sevilene vesile olan şeyin o vesile ile kastedilen şey dışında bizzat sevgili olması mümkün değildir.” (Kalp Amelleri / Allah Sevgisinin Yanlış Tevil Edi

Sonuç olarak diyebiliriz ki; kişinin Allah’ı sevmesini engelleyen unsur dünya hayatına meyletmesi veya imanının zayıflığıdır. Buna karşılık dünyaya meyledip imanın zayıflamasının sebeplerinden birisi olarak ta Allah’a olan sevgisinin azlığıdır. Kâfir kimseler içinse bu durum Allah’a olan sevginin sadece kelimelerde kalıyor olması yahut bazı varlıkları, dünya metaının Allah sevgisine denk yahut Allah sevgisinden üstün olmasıdır. Bunlardan biri var olan imanın zayıflamasına ve zamanla kalpten kayıp gitmesine yol açarken, bir diğeri ise Allah’a iman etmeyi engelleyici bir sebep teşkil etmektedir.


Allah korkusu

Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı vardır; belki sakınırlar.” (En'am: 51)

Allah’tan korku duymak öyle bir şeydir ki, bir kimse de bu özellik olmaz ise kendisini ateşten korumaya hiçbir şekilde güç yetiremez. Çünkü Allah korkusu bir kişiyi günahlara dalmaktan alıkoyacaktır. Bir insan bilmelidir ki, dünya hayatında işlenilen her amelin karşılığı eksiksiz görülecektir. Bunun için insanın ne tür amellerde bulunduğuna dikkat etmesi gereklidir.

Allah’a giden yolları tıkayan diğer bir sebep olan Allah korkusunun olmayışı ya da eksikliği bir kimsede ne kadar fazla ise o kadar hidayetten uzaktır. Allah’a olan sevginin, O’nun muhabbetine yakınlaşma vesilesi olduğu gibi, Allah’a olan korku da O’nun gazabını hak etmekten uzaklaştırır. Bir kimse herhangi bir günah işleyeceği vakit aklına Allah’ın azabını getirmesi yeterlidir. Ancak bu söylediklerim Müslüman kimse için geçerlidir. Çünkü kâfir bir kimseye yaptığı ibadetler fayda vermediği gibi, iman etmediği müddetçe kaçındığı yasaklardan da hayır hasenat alamayacaktır. En doğrusunu Allah bilir, belki bu durum kendisinin hidayetini vesile olup yolunu kolaylaştıracaktır.

Eğer bir kimsede Allah korkusu yer etmiş ise, Allah’ı öfkelendirecek şeylerden kaçınır. Bu dünya hayatında da Allah’ı en çok öfkelendiren şey hiç kuşkusuz “Allah kendisini yaratıp, rızık verdiği halde O’na şirk koşması ve küfür içinde bocalayıp durmasıdır”. Bu Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır, kendisine şirk koşulmaması… İşte bunu da ancak Allah korkusundan içleri titreyen kimseler yapar yahut Allah’ın azabına duçar olmaktan korkanlar.

Müslüman bir kimse ahirette korku yahut hüsran halinde olmayacaktır. Çünkü o kimse ki dünyada iken kendisine uyarılması için gönderilmiş olan Kur’an’a uymuştur. Allah’ın Kur’an’ına ve Rasulüne tabi olan kimsede ne bir dostun ne de bir aracının olmadığı o günde Rabbinin azabından sakınmış olacaktır. Ahirette korku içinde olacaklar; Kur’an’a tabi olmayan ve Rabbinin huzurunda olmaktan korku duymayan kâfirlerdir. “Rabbimden korku duyuyorum” demelerine itibar edilmez, çünkü onlar korku alameti olan yasaklardan kaçınma fiilini gerçekleştirmemişlerdir.

Rasulullah (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Kimde şu üç şey bulunursa imanın tatlılığını tatmış olur:
- Allah ve Rasulu kendisine her şeyden daha sevgili olmak,
- Bir kimseyi sevmek fakat yalnız Allah için sevmek,
- Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yine küfre dönmekten ateşe atılacakmışçasına hoşlanmamak.” (Buhari, Müslim)

Küfür ve şirk hali, ateşe girmek ile eş tutulmaktadır. Çünkü küfür ve şirk üzere ölen bir kimse kesinlikle içinde ebedi kalmak üzere cehenneme gidecektir. Kâfir kimseler işte çok alçakça bir cüretle Allah’ın azap yeri olan cehenneminden korkmadığını iddia eden kimselerdir. Eğer korksa idiler yasaklarından kaçınırlardı. Ve en büyük yasak ettiği şeyin şirk olduğunu bilirler ondan daha şiddetli bir şekilde kaçarlardı.

İbni Kayyım (ra) “Medâricu’s Sâlikîn” adlı eserinde şöyle der:
Şeyhülislam İbn Teymiyye'nin de bu konuda şöyle dediğini işittim:
“Övülecek olan korku seni Allah'ın yasaklarından alıkoyan korkudur.”

Bir kimse istenmeyen sonuca gitmek istemiyorsa mutlaka o sonuca götüren sebeplerden kaçınması gereklidir. Ve bir kimse korkulan sonucu bilmiyor ve ona götüren yolları da bilmiyorsa o sona gitmesi kaçınılmazdır. Zira bunları bildiği oranda ondan kaçabilir. Bu iki şeyden birinde şuur eksikliği var ise ondan da kaçamaz. İşte bu korkulan sonucun cehennem azabı olması ve bu azabın büyük olmasının bilinebilmesi için kesinlikle bu azabın sahibini bilmek gereklidir. Bu kadarı da yeterli değildir, bu azap sahibini nelere Kadir olabileceğini bilmesi gereklidir. Her durum için kişi de bir ilim ve şuur gereklidir.

Rasulullah (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Eğer mü'min, Allah-u Teâlâ katındaki şiddetli azabı bilseydi, hiç kimse O'nun cennetine girmeyi ümit etmezdi.” (Müslim-Ahmed-Tirmizi)

Ne kadar da acı bir durum! Zira Allah’ı ve azabını bilmek O’ndan daha çok sakınmayı gerektirdiği için, sanki hadiste insanların hiçbir alternatifleri olmaksızın cehennem azabından kurtuluşları olamayacaklarını ve boşu boşuna cennet umudu taşıyacakları belirtiliyor. Bu da Allah’tan ne kadar çok korkulmasını ve ne kadar çok sakınılmasını gözler önüne seriyor. Yukarıda da belirtildiği üzere bu da ancak bilgi sahibi olmakla gerçekleşecektir.

Nitekim Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Kulları içinde ise Allah'tan ancak âlim olanlar içleri titreyerek korkar” (Fatır: 28)
Nasıl ki sevileni sevmek için O’nu tanımak ve bilmek gereklidir. İşte korkmak içinde tanıyıp bilmek gereklidir.

Dünya hayatının Allah korkusuna etkisine gelince, bir kimsede daha önce belirttiğimiz gibi masiyetler, yasaklar işlendikçe kalpte kararma olur ve kalbi körelir. Bunun neticesi olarak ta Allah’a karşı olan korkuda azalma, cüretkârlıkta artma olur. Ve daha sonra korku olmadığı zamanda günahları yasakları işlemeye cesaret bulur kendisinde… Eğer o kimse Allah’tan gereği gibi korkarsa, dünya ve içindekileri kaybetmekten endişe edip korkmaz. Zaten onları kendisine veren Allah’ın kendisidir. Kaybetmekten korktuğu şeyler Allah’ın dilemesi sonucu kendisine verilmiş şeylerdir. İşte bir kişi bu ikisi arasında bir tercih yapmalıdır; “dünya ve içindeki sahip olduklarını kaybetme korkusu yahut Allah’ın azabını hak edecek bir hâle düşme” durumu… İnsanda bu gibi şeylerin endişesi kendisinin imanına engel teşkil edici bir hal alır. Sanki Allah her halde rızka kefil değilmiş gibi! Yahut kimi zamanda bu kaybedeceği şeyler illa ki; kadın, evlat, mal, mülk, rızık olmayabilir. Kimi zaman kişinin etrafından işiteceği kınamalar yahut devam ede gelen yakın bağların/irtibatın kopma tehlikesi olabilir. Ama bunları göze alıp Allah’a iman ettiği zaman Allah’ın hoşnutluğunu kazanacaktır. Bu gibi endişelerin reddedilmesi de yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkulduğunun alametidir.

Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Benden korkun.” (Â-li İmran: 175)
Şeytan kişiye bazı telkinlerde bulunur demiştik. Ve doğrudan doğruya şirki yahut küfrü kastetme eylemine de girişmez. Zira şeytan biliyor ki, “mü’min şirke düşmekten ateşe girecekmiş gibi korkar.” İşte şeytan bazı şeylerin kaybedilmesini bahane ederek, Müslüman olup ta kendisinde maraz olan kimseleri bu şekilde korkutur ve belli süre sonra avucunu içine alarak onu imandan eder. Ya da kâfir bir kimsenin önüne İslam nimeti gelmiş ise onu da bu gibi şeylerin derdine, tasasına düşürerek korkutur ve iman etmesine engel olur. Bu kişiler eğer Allah’tan gereği gibi korksalardı onun oyunlarına gelmezlerdi. Bu noktada kişi gerçekten derin bir tefekküre dalmalı ve bulunmuş olduğu durumu tahkik etmelidir. Allah’ın kendisine vermiş olduğu bu akıl nimetini kullanıp “O’nun rahmetini umup, azabından korkarak” değerlendirip iman mı, küfür mü ikileminden hayırla kurtulmalıdır.

Ayette açık bir şekilde her şekli ile olursa olsun şeytandan korkma işinin mü’minlerin vasfı olamayacağı belirtilmiştir. Çünkü şeytan ancak kendi dostları olan kâfirleri korkutabilir. Rabbinden korkan bir insan, O’nun muhafazasında olduğu için başka herhangi bir varlıktan korkmaz. Kaybedeceği şeyleri Allah için kaybedecektir, ancak bunun karşılığı olarak kazanacağı şeyleri de kendi hayrı için kazanacaktır. Bu Allah’la yapılan bir alışveriştir ve kul için en kazançlı bir ticarettir. Çünkü Allah’a kul olabilmek için O’ndan korkusu gereği nefsinin yahut şeytanın korkuttuklarını satmıştır, red etmiştir, beri olmuştur. Ve Allah’ta kendi haşyetinden, şirki küfrü yahut herhangi bir masiyeti red eden kuluna elbette yardım edecektir.

Sonuç olarak şunu diye biliriz ki; günahları terk etme hususunda Allah korkusu kişiye yeter. Ve bununla birlikte şayet bir kimse Allah’ı sevdiğini iddia ediyorsa Allah’ın rızasını kazanmak zorundadır. İşte insan, iman etmesi hususunda Allah’ı sevmenin ve Allah’tan korkmanın ne kadar tesirli olduğu görmüş olur. Zira dünya ve içindekilere duyulan sevgi, istek, iştiyak Allah’a olan –olması gereken- sevginin yanında zerreler misalidir. Buna karşılık dünya ve içindekilerden oluşabilecek yahut elden gidecek şeylerin korkusu Allah’a olan - olması gereken – korkunun yanında keza zerreler misalidir.

Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Eğer inkâr ederseniz bilin ki, Allah sizin imanınıza muhtaç değildir. Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizden hoşnut olur. Hiçbir günahkâr, diğerinin günahını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabb’inizedir. O size, yaptıklarınızı haber verir. O, kalplerde olanı bilir.” (Zümer: 7)“Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabb'inin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Doğrusu ancak aklıselim sahipleri öğüt alır.” (Zümer: 9)
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
Devamını oku...

Nifak...




 Tamamıyla Allah'a bağlanmamış bir nefis, başka tür değerlerin, konum ve zaruretlerin, çıkarcılığın, ihtiras ve cimriliğin baskısından hiç bir zaman kurtulamamıştır. 
 Menfaat, bencillik, açgözlülük ve tamahkarlık çemberini asla kıramamıştır.
 Dünyevî güçlere, olay ve kişilere, sosyal yönetim ve değerlere, beşeri iktidar ve iktidar adamlarına karşı iman dolu bir yüreğin hissettiği üstünlük, özgürlük ve onuru hiç bir zaman tanımamıştır. Tadına varmamıştır.
 Nifak tohumları, hiç kuşkusuz Allah'a samimiyetle bağlanmamış böylesine yüreklerde yeşermektedir.
 Gerçekte nifak, batıla karşı hakta direnememe zayıflığından başka bir şey değildir.
 Bu za'af ise korku ve aç gözlülüğün, Allah'tan başkasına bağlanmanın ürünüdür. Yeryüzündeki hayat şartlarıyla kayıtlanmışlığın ve insanların İlahi sistem dışındaki yönetimlerde yaşamalarının ürünüdür.
 Kuranî buyrukların doğrultusunu izlediğimizde en belirgin nifak alametinin "müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek" olduğunu göreceğiz:
 "Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele.
 Mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinenler onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet sadece Allah’a aittir.
 Allah size kitapta: “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle oturmayın” diye bir hüküm indirmedi mi? Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya toplayacaktır." (en-Nisa: 138-140)

 Bu ayet-i kerimeyle Yüce Allah, gerçek güce ilişkin yanlış yaklaşımları ortaya koymakladır. Şu halde iki yoldan başkası yoktur.
 - Ya Yüce Allah'a ubudiyet (kulluk)
 - ya da kullara ubudiyet (kulluk) .
 Allah'a ubudiyyet, tümüyle yücelik, onur ve özgürlüktür. 
 Kullara ubudiyet ise alçalıştan, esaret ve şerefsizlikten başka bir şey değildir. Artık herkes, buna göre dilediğini seçsin.
 Bir mü'min, mü'min olduğu halde Allah'tan başkasıyla onurlanamaz. Allah'a inanmış olduğu sürece şeref, yardım ve kudreti Allah düşmanlarının yanında arayamaz. Müslümanlık iddia edip müslüman isimler taşıdıkları halde Allah'ın yeryüzündeki en amansız düşmanlarından yardım isteyen kimseler. Kur'an-ı Kerimi düşünüp anlamaya ne kadar muhtaçtırlar! 

 Eğer gerçekten müslüman olma istekleri varsa bunu düşünmek ve Allah'ın alemlerden müstağni olduğunu bilmek zorundadırlar. Çünkü nifakın ilk basamağı, mü'minim diyen bir kimsenin, Allah'ın ayetlerinin inkar edilip alaya alındığı bir ortamda oturup "hoş görü, akıllılık, engin yüreklilik, geniş ufukluluk veya düşünce özgürlüğü" adına yapılanlara göz yumup sükut etmesidir. Ve bu, hezimetten başka bir şey değildir. Zayıflık ve çökmüşlüğünü itiraf etmekten utanıp kendi kendisini aldatan bir insanın tüm organlarına - yolun başındayken - bulaşan ruhî bir yenilgiden başka bir şey değildir. 
 Çünkü Allah için, Allah'ın dini ve ayetleri için hamiyet göstermek, imanın bir alametidir. Eğer bu hamiyet zayıflamışsa, tüm setler yıkılmış demektir. Karşı tarafın baskısı sonucu tüm engeller çökmüş ve yere yığılan molozların altında kalınmış demektir.

Dinî hamiyyet, işin başında bilerek zaptedilir: ama daha sonra sırasıyla ölgünleşir, söner ve ölür. Bir mecliste diniyle alay edildiğini gören bir kimse:
- ya dinini savunur, 
 - ya o meclisi ve oradaki insanları bırakıp gider, 
 - ya da susup göz yumar ki bu, hezimetin ilk basamağıdır. Çünkü bu nifak köprüsü üzerinde küfürle iman arasındaki bir konumdur. Burada münafığın tavrı, tereddüt, sarsıntı ve kararsızlıktır, Mü'min safla kafir saf arasında bocalayıp hiç bir safla yer alamamaktır. Yani mü'minler için hakaretten başka bir şey ifade etmeyen bir konum. Yüce Allah, nifakı tanıtırken şöyle buyurmaktadır:

" (Münafıklar), ne (kafirlerden), ne de (mü'minlerden) olmadan ikisi arasında bocalayıp dururlar. Allah kimi saptırırsa sen kesinlikle onu doğruya götürecek bir yol bulamazsın." (en-Nisa: 143)
Nifak batağına düşmüş kimselerin za'afını yansıtan bir tablodur bu. Kesin bir tavır takınamamalarının, görüşlerini, inanç ve tutumlarını haykıramamalarının nedeni işte bu za'aflarıdır. 
 Bu, münafıkların tüm zamanlardaki konumudur. Yani korku ve hoş geçinme, ruhi sapıklık, hasta kalblilik, samimiyetsizlik, gösteriş, kalbin onaylamadığını dışa yansıtmak, direnme za'afı, açıklamaktan çekinmek, bayağılaşmak, azim noksanlığı v.s... 
 Boy-posları gösterişli; ama etkilenemiyen (duygusuz) kimselerdir... 
 Aynen kütük gibi hareketsiz...
 Duvarın bir tarafına konulmuş birer kütük... 
 Durgun ve buz gibi bir ölmüşlüğün örnekleridir bunlar:
 "Onları gördüğünde cüsseleri dikkatini çeker. Konuştukları zaman da (fesahatlidir diye) sözlerini dinlemek (istersin. Ne var ki) onlar, her seslenişin aleyhlerinde olduğunu sanan (duvara konulmuş) kütükler gibidir onları; nasıl olur da (delillere rağmen) imandan önlenip gitmişler." (el-Münafikun: 4)

 Nifakın böylesine bir tehlike arzetmesinden dolayı Hz. Ömer, (Allah'ın Resulü (s.a.v.) tarafından kendisine münafıkların ismi bildirilen) Hz. Huzeyfe b.Yeman'a geliyor. Kendisi hakkında emin olmak için. Allah'ın Resulü (s.a.v.), kendi ismini de münafıklar arasında anmış mı? diye soruyor. 
 Hz. Huzeyfe ise kendisine sadece: 
 "Ey Ömer! Sen onlardan değilsin" demekle yetiniyordu.
 "Onların kalbinde hastalık vardır; Allah (Kur'an'ı indirmekle) hastalıklarını daha da arttırmıştır." (el-Bakara: 10)

 Kalblerinde afet vardır. Kalblerinde illet vardır. Hastalık doğuran bir hastalık.. Az olan bir sapmanın her adımda biraz daha artmasıdır bu; aralık genişledikçe artması...
 Münafık ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler - tağutun ordularıyla savaşan mü'minleri - seyretmek için beklerler. Mü'min gurubun temel hazırlığı, sadece bu dindir ve bu hayat dolu akidedir. Çünkü bu, Allah'ın ilahlığı ve dokunulmaz hürmetleri konusundaki gayretleridir. Allah'a tevekkül ve yardımına güvenmeleridir. Münafıklar ise alay ededuruyor bu tehlikelerle karşılaşıp tehditler altında bulunan mü'min grupla. Hem alay eder hem de dehşete kapılırlar. Apaçık tehlike ve tehditleri göğüsleyen mü'minler gördüklerinde hayret ve dehşete kapılırlar. 

 Ama kendileri "yıkım" diye adlandırdıkları küfür-İslâm savaşına asla katılmaz ve canlarını tehlikeye almazlar. 
 Çünkü onlara göre hayat, sadece bir ticarettir. Söz konusu olan din de olsa akide de olsa sadece bir ticari pazarlıktır. Eğer kâr varsa işe girişirler, ama eğer tehlike varsa en iyisi sağ-salim kalmaktır. Onlar, mü'minin basiretiyle meselelere bakmazlar. Sonuçları iman terazisiyle ölçmezler.
 Bu savaş, mü'minin anlayış ve ölçüsüne göre sürekli bir kazançtır. İki iyilikten birine; yani ya zafer ve başarıya ya da şehitlik ve cennete kavuşmaya kesin gözüyle bakmaktır. Sonra mümine göre, güçlerin hesabı da başkadır. Çünkü o, Allah'ın gücüne dayanmıştır. Buysa münafık ve kalbinde hastalık bulunan kimselerin asla hesaba katmadıkları bir güçtür.
 Mü'min grup ve dava adamları, meseleleri her zaman ve her yerde iman ve akide terazisiyle ölçmekle görevlidirler. İmanın verdiği basiretle kavramaya, Allah'ın hidayet ve nuruyla bakmaya davet edilmektedirler. Tağutun zahirî güçlerini büyütmemek, kendi güç ve ağırlıklarını da hafife almamak zorundadırlar. Çünkü Allah, kendileriyle beraberdir.
 Akide yolu, gerçekten uzun ve zorludur. Güdük çaba ve zayıf azimlerin yetersiz kaldığı bir yol...

 Akidenin sorumlulukları son derece dikkat isleyen bir çaba gerektirmekledir. Yüreği boş ve ruhen zayıf kimselerin kaldıramayacağı bir çabadır bu. Küçük kimse ve dayanıksız bünyelerin karşısında bozguna uğradığı yüksek bir ufuktur bu:
 "Eğer (bu savaş), kolayca ele geçen bir kazanç ve vasat bir yolculuk olsaydı (münafıklar), kesinlikle seni izlerlerdi. Ne var ki bu mesafe kendilerine uzak geldi." (et-Tevbe: 42)
 İnsanoğlunda sık sık görülebilen bu durumu, Kur'an-ı Kerim, işte böyle ifade etmektedir. Yüce ufuklara yükselen yola dayanamayıp düşen bu kimselerin sayısı hayli fazladır. Yolun uzunluğuna dayanamadıkları için geri kalan ve bunun yerine önemsiz kazanç veya ucuz taleplere yönelenler pek çoktur. İnsanlığın her zaman ve her yerde tanıyabileceği kimselerdir bunlar. Geçici olarak görülebilen bir azınlık değildir bunlar. Sık sık görülüp de hayatın kıyı köşelerinde yaşayan kimselerdir bunlar...

 Kazanç sağladıklarını, arzularına kavuştuklarını ve pahalıya mal olacak bir işten kurtulduklarını zannetseler bile gerçek durumları budur. Çünkü az bir bedelle, ucuz ve değersiz şeylerden başkası alınamaz:
 "Allah'a ve Ahiret Gününe inananlar, mal ve canlarıyla cihadtan kaçınmak için senden izin istemezler. Allah, muttaki olan kimseleri hakkıyla bilendir. (Çünkü) senden ancak Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmayan, kalbleri şüpheyle (dolan) ve bu şüpheleri içinde bocalayıp duran kimseler izin isterler." (et-Tevbe: 45-46)

 Bu, Yüce Allah'ın koyduğu bir kaidedir. Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan kimseler, cihad farizasını yerine getirmek için izin islemezler. Allah yolunda mal ve canla savaşa çağıran davetçiye bocalamadan icabet ederler. Çünkü onlar, zaten hazırdır. Allah'ın kendilerine emrettiği gibi güçlü de olsalar zayıf da olsalar koşmaya başlarlar. İtaat ederek, Rablerine kavuşacaklarına inanarak, Onun mükafatına güvenerek ve İlahî rızayı arayarak koşarlar.Gönüllü olarak koşarlar. Yani ayrı bir teşvik görmeye ihtiyaçları yok. İzin istemeye ise hiç ihtiyaçları yok.. Çünkü gönülleri inançtan yoksun kimselerdir izin isteyenler. Bocalayan, mazeretler uyduran ve zahirde kabul eder göründükleri akidenin "sorumluluklarından beni kurtaracak bir çare bulsam" diye düşünen kimselerdir izin isteyenler.

Ey İslâm davetçileri!
 Allah'a giden yol, dümdüz ve apaçıktır. Yolun cahili olan kimselerden başka veya yolu tanıdığı halde yolculuğun zorluklarına katlanmaktan kaçınan kimselerden başkası bocalayıp tereddüt geçirmez.
 Korkak ve yüreksiz kimseler, hiç kuşkusuz davanın seyri açısından tehlikeli unsurlardır. Çünkü bunlar, kadroların içine za'afiyet ve bozgun yayarlar. Kişilik olarak düşük olan hastalıklı kalblerin durumu budur.
 İnsanlardan korkan ve Allah'ın gazabı pahasına da olsa insanları razı etmek isteyen kimselerdir bunlar:
 "Halbuki, eğer mü'minler olsalardı Allah ve Resulü'nü razı etmeleri gerektiğini (anlarlardı.)" (et-Tevbe: 62)
 Öyleyse insanlar da kim oluyor?
 Güçleri ne kadar ki?
 Ama Allah'a inanmayanların hali böyledir işte..
 Allah'a boyun eğmeyip de kendi gibi bir insana boyun eğen, kendi gibi bir insandan korkan kimsenin hali budur.
 Mü'mine gelince o. Allah'tan başka kimseye boyun eğmez ve Allah'tan başka hiç bir kimseden korkmaz.
 Buna karşı münafık; İslâmı iddia edip rahatlık ve selametini bozmayan kimsedir. Er kişinin selametten başka bir gaye gütmediğini sanan kimsedir. Sık sık rastlanabilen örnek tipi budur münafığın:
 "Allah Resulünün (Tebük'e gidişinden) sonra geri kalanlar, yerlerinde oturup kalmakla sevindiler, Allah yolunda mal ve canlarıyla cihad etmek istemediler ve birbirlerine "Bu sıcakta savaşa gitmeyin" dediler. Deki 'Cehennem sıcağı daha da şiddetlidir.' Eğer bunu bilselerdi (geri kalmazlardı.)" (et-Tevbe: 81)
 Bunlar, himmet za'afı ve irade gevşekliğinin örnek tipleridir. Çaba sarfetmekten çekinip sıradan bir rahatlığı saygın bir çalışmaya tercih eden ve alçaltıcı bir selameti onur dolu bir tehlikeden üstün tutan kimseler pek çoktur. Aktif, toplu ve davaların sorumluluğunu bilen safların gerisinde bitkinleşip düşüveren kimselerdir bunlar.
 Mücadele ve cihad, mü'minin ayrılmaz fıtratıdır. Yerinde oturmaktan, geri kalmaktan ve erkeklikle asla bağdaşmayan aptalca rahatlıktan çok daha tatlı ve çok daha soylu bir özelliktir bu.
 Davaların, hiç kuşkusuz uzun ve zorlu bir mücadeleyi göğüsleyecek sağlam, sarsılmaz, dosdoğru ve yılmaz karakterlere ihtiyacı vardır. Zayıf ve gevşek unsurların içine karıştığı saflar, kesinlikle direnemez.
 Çünkü bu unsurlar, şiddet anlarında safı terkedip giderler. Böylece safın içine bozgun, zaaf ve sıkıntılar bırakırlar. Yüce Allah'ın çizdiği yol budur. Bu davanın ve bu dava adamlarının değişmez yolu budur, öyleyse her zaman ve her yerdeki dava adamlarının bu yolu tanımaları gerekiyor. Sonra zilletin de, tıpkı onurluluk gibi bir bedeli vardır. Ve zilletin bedeli, çoğu kere yüz kızartıcıdır.
 Bazı zayıf karakterli kimseler, onurlu bir yaşamın güç yetirilmez bir bedel istediğini sanarak zillet ve alçalışı seçerler. Çünkü ağır yükümlülüklerden kaçıyorlar. Bundan dolayı bayağı, değersiz, bomboş ve huzursuz bir hayat yaşarlar. Kişinin gölgesinden bile korkabileceği bir hayat.. Her seslenişi kendi aleyhinde sanabilecek kadar ürkeklik dolu bir hayat...
 Sonra bu kimseler kadar hayatı seven başka insanlar göremezsin. Böylece bu zelil kimseler, onurlu bir yaşamın gerektirdiğinden çok daha fazla yükümlülükler altına girmektedirler. Tam tamına bir zillet bedelidir bu ödedikleri, öyle bir ödeme ki bunu hem kişilikleri, hem güçleri, hem şöhretleri ve hem de huzurları hesabına yapıyorlar. Hatta pek çok kere bu bedeli - kendileri fark etmeseler de - kanları ve çocuklarıyla ödüyorlar.
 Münafıklar, bir dünya görüşünü taşıyamıyacak ve bir inancının sorumluluğunu yüklenemeyecek kadar aciz insan tipleridir. Bundan dolayı da yerlerinde çakılıp kalan ve mücadeleden kaçan tiplerdir bunlar. Yüce Allah, şuur ve ilim kapılarını kapatmıştır bu kimselerin. İdrak ve algılama sistemlerini işlevsiz bırakmıştır. Çünkü bunu, kendileri seçmiştir. Gevşekliği, aptallığı, kuruntulu hayatı, pasifliği ve hareketli bir hayattan kaçmayı kendileri istemiştir, özgürlük ve basiret dolu hayattan kaçmayı...
 "Ve Allah, kalblerini mühürlemiştir. (Bu yüzden) onlar (hayır nedir) bilemezler." (et-Tevbe: 87)

 Şurası kesindir ki merak, zevk, tecrübe ve bilgi edinme özelliklerini yitiren kimseden başkası zillet dolu bir selameti, aptalca bir rahatlığı tercih etmez. 
 Bundan da öte söz konusu kimseler, günlük hayat içindeki varlıklarını, canlılıklarını, etki ve tepkilerini bile kaybetmişlerdir. Rahatlığın verdiği bir gevşeklik içinde yaşamak, duyguları öldürüp algılama kapılarını da kapatır. Hatta kalb ve akılları bile dondurup bırakır. Çünkü hayatın delili, harekettir. Hayatın dinamik gücüdür hareket.. 
 Tehlikelere atılmak, yüreği ve aklı uyaran bir şeydir. Adalelere güç verip potansiyel gücünü harekete geçiren bir vesiledir. Sonra bu, insanın çalışma gücü için de bir eğitimdir. İnsanı etkilenip tepki göstermeye alıştıran bir eğitim.. 
 Ve tüm bunlar, rahatlık ve zilletli selamet arayan kimselerin mahrum kaldığı ilim, bilgi ve basiret örnekleridir. İşle tek yol budur. Yani: 
 "onlar, kesinlikle pisliktir." (et- Tevbe: 95) 
 Mücadele veren bir cemaatin içinde - harekete güç yetirdikleri halde - selameti cihada tercih ederek yerlerinde çakılıp geri kalan kimseler, elbette ki pisliktir. Bunda hiç bir kuşku ve tereddüt yoktur. Çünkü münafık, ruhları kirleten ve duygusal buhranlar doğuran kokuşmuş bir pislikten başka bir şey değildir. Hiç kuşkusuz canlıların yaşadığı bir ortamda bulunan kokuşmuş bir vücut, rahatsız eder ve etrafa bulaşır. 
 "Ve onların varacakları yer de, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir." (et- Tevbe:95)
 Her yönüyle ve tüm boyutlarıyla kat kat bir ziyandır bu. Allah'tan daha doğru sözlü olan var mı? 

 Bunlar ki ağır davranıp durmaktadırlar. Ve bunlar ki müslümanların arasında bulundukları halde tam tamına bir savsaklama eylemini sürdürüp bunda direnmekte ve bu amaçla olanca güçlerini harcamaktadırlar.
 "İçinizde, ağır davrananlar (savsaklayanlar) vardır." (en-Nisa: 72)
 Her zaman ve her yerdeki aynı tip kimselerdir bunlar. Kendi kişisel çıkarlarından başka hiç bir şey tanımayan, kaypaklık edip duran ve himmet yetersizliği içinde bulunan kimseler.. 


Münafıkların en zayıfları..

 Küçücük fani cüsselerinden öte hiç bir yücelik tanımayanlar.. 
 Tüm dünyayı bir tek merkezde döndürmek isteyenler... 
 İşte bunlardır ağır davranıp savsaklayanlar. Düşüncelerini açıkça söyleyemeyenler.. Amaçları "değneği ortadan tutmaktır" ; darb-ı meselde söylendiği gibi.. 
 Savaştan geri kalanlardır bunlar. Mücahidlerin başına bir sıkıntı veya bir bela gelmişse sevinen ve cihadtan kaçıp imtihandan kurtulmayı nimet sayan kimseler, işte bu oturanlardır. Çünkü mücahidler, zaman zaman zor deneyimlerle karşılaşabilirler:
 "(Onlar ki) başınıza bir musibet geldi mi; -Allah bana nimet etmiştir; çünkü onlarla beraber değildim' derler." (en-Nisa: 72)

 İşte böyle... 

 Münafık adam, cihadtan geri kalmayı nimet sayıyor. Allah'ın kendilerini niçin yarattığını anlamadan ve İlahî hayat sistemini yeryüzünde gerçekleştirmek için itaat ve cihadıyla Allah'a ibadet etmeyen münafığın durumu budur.
 Evet, ayakların bastığı seviyeden kurtulup yüce ufuklara çıkamayan kimselere göre bir nimettir cihadtan kaçış.. 
 Karıncalar gibi yerlerde sürünenler için bir nimettir. İlahî hayat sisteminin kurulması ve Allah adının yücelmesi için cihadta ve Allah yolunda başa gelen belaların bir fazilet olduğunu bilmeyen kimselere göre bir nimet.. 
 Bunun Allah'ın bir seçimi olduğunu ve Allah'ın bunu dilediği kullarına verdiğini bilmeyen kimselere göre bir nimet..
 Çünkü Yüce Allah bu kullarını, dünya hayatındaki beşeri za'afların üstüne çıkarmak, yeryüzü esaretinden kurtarmak ve böylece kendilerine - dünyaya köle değil, egemen olarak - onurlu bir hayat yaşatmak için seçmiştir. Mü'min, muhakkak ki bela istemez.
 Çünkü o, Allah'tan afiyet diler. Ama kendisine cihad görevi verilmişse, ağır davranıp savsaklamadan koşar cihada.. Yüce Allah'tan iki iyilikten birini, yani ya zafer, ya da şehitliği dileyerek çıkar cihada. Her ikisi de Allah'tan bir lütuf ve büyük bir kurtuluştur mü'mln için.. 
 O, Allah'ın kendisi için seçtiği herşeye razıdır. Eğer şehit olmasını dilemişse bu ilahi kısmetten, yani Allah katındaki şehadet makamından hoşnud ve razıdır. Yok eğer Allah kendisine ganimet ve geri dönüş takdir etmişse o, bu lutfu için Rabbine şükredip Allah'ın yardımından hoşnud kalır. Ama sadece canını kurtardığı için değil..
 Sağlıklı bir iman eğer kalble yerleşmişse, bunun etkileri mutlaka görülür. Davranışlarda görülür... 

 İslâm, hareket isteyen bir akidedir. Durgunluğa tahammül etmez. Bu akide şuur düzeyinde benimsendiği andan itibaren hareketlenmeye başlar. Muhtevasını dışarıya yansıtmanın ve pratik alanda hareket ve eylem olarak görünmenin bir gereğidir bu.
 Gönülden benimsenen akideyi ve akidevi gerekleri davranışlarda gösterip fiili bir hareket haline, bu hareketi de değişmez bir kanuna dönüştürmek, apaçık İslâmi eğitim metodunun vazgeçilmez bir esasıdır. Bu arada akidevî hareketi bilinç altında yaşatmak zorunluğu da vardır. Çünkü bir hareketin sürekli diri, sürekli asıl kaynağa bağlı kalmasının şartı budur. Ama kimi insanlar da varki Yüce Allah, şöyle tanıtmaktadır kendilerini:
 "(Münafıklar); 'Allah'a ve Resulüne iman edip itaat da ettik' dedikleri halde kendilerinden bir grup - bundan sonra bile - yüz çevirmektedirler. Bunlar, mü'minler değildir. Allah'a ve Resulü'ne. aralarında hükmetmek için çağırıldıklarında onlardan bir grup bundan da yüz çevirmektedir. Halbuki haklı çıkacaklarını bilselerdi koşarak gelirlerdi kendisine. Onların kalbinde hastalık mı vardır? Yoksa şüphe mi ediyorlar? Yoksa Allah ve Resulü'nün kendilerine zulüm etmesinden mi korkuyorlar? Hayır! Onlar, zalimlerin ta kendileridir." (en-Nûr: 49-50) 

 Bu kimseler ağızlarıyla "Allah'a ve Resulü'ne inanıp itaat ettik" derler. Ama sadece ağızlarıyla derler. Bu sözün gereklerini, hayatlarında görmek mümkün değildir. Dilleriyle söylediklerini amelleriyle yalanlayan bu kimseler gerisin geriye dönenlerdir. İddialarını davranışlarıyla ispatlamayan kimselerdir bunlar. 
 Bunlar mü'minler değildir.Çünkü müminler sözlerini fiilleriyle doğrulayan kimselerdir, iman, kişinin eğlenmesini sağlayan bir oyuncak değildir. Hem iman iddiasıyla ortaya atılmak, hem de imanı oyuncak haline getirmek bir arada bulunamaz. Çünkü iman, nefisteki bir keyfiyet ve kalbe yerleşen bir karakterdir. Sonra eğer bu hakikat gönülde yerleşmişse, ondan dönüş yapmaya imkan yoktur. İman iddia edip de yalpalı ve kaypak davranışlar içinde bulunan kimselere gelince, onlar her zaman ve her yerdeki tipik münafık örnekleridir. Müslümanlıkları gösteriş sınırında kalan münafık örnekler... 
 Allah'ın şeriatine başvurmak istemeyen ve İlahî kânunun hükmünden razı olmayan kimselerdir bunlar. Allah ve Resulü'nün hükmüne davet edildiklerinde mazeretler uydurup gelmeyi reddeden ve yüz çeviren kimselerdir bunlar.
 "Bunlar, mü'minler değillerdir."

 Hem iman hem de Allah'ın hükmünü reddetme olayı bir arada bulunamaz. 
 Allah'ın şeriat ve hükmüne çıkarına uygun gördü mü hemen başvuran kimseler, münafıklardan başkası değildir.

 Gerçek bir imanın delili, Allah ve Resulü'nün hükmüne razı olmaktır. İman hakikatinin gönülde yerleşip yerleşmediğini anlamanın alameti budur. 
 Sonra Allah ve Resulü'nün hükmünü, edepsiz, karanlık, İslâmî terbiyeden uzak ve iman nuruyla gönlü aydınlanmamış kimseden başkası, mümkün değil reddetmez. Çünkü zulüm töhmetinden uzak olan biricik hükümdür Allah'ın hükmü.. Yüce Allah, hiç bir kuluna asla zulüm etmeyen adil yaratandır. Yanında tüm yaratıkları eşittir.
 Kanun ve hüküm koyan eğer bir ferd ise, kendi kişilik ve çıkarlarını korumak zorundadır. Bir sınıfın diğer bir sınıf için veya bir devletin diğer bir devlet için yahut bir devletler grubunun diğer gruplar için kanunlar koymasında da aynı durum vardır. 
 Ama Allah, kanun koyunca bir himaye ve çıkardan söz edilemez. Çünkü O'nunki mutlak bir adalettir. Allah'ın şeriat ve hükmünden başka bir yolla uygulanıp gerçekleşmeyen bir adalettir bu. Bir mü'min, işitip itaat eder. Tereddüt etmeden, tartışmadan ve sapmadan...
 Bu dinleme ve itaatin kaynağı ise Allah ve Resulü'nün hükmüne mutlak bir güvendir. 
 Yegane hükmün, sadece Allah ve Resulü'nün hükmü olduğuna güvenmek ve ötesinin de hevaperestlik olduğuna inanmaktır. 

 Çünkü dinleyip itaat etmek, bize hayatımızı bağışlayan ve bu hayatta dilediği gibi tasarruf eden Yüce Allah'a teslimiyetin bir ürünüdür. 
 Ayrıca bu; Allah'ın insanlar için dilediğinin, insanların kendileri için dilediğinden çok daha iyi olacağına inanmanın bir gereğidir. Çünkü yaradan Allah, yaratıklarını en iyi bilendir.
 Nifak, şiddet anlarındaki bocalayışın, münzeviliğin, ürkeklik ve korkaklığın; bolluk zamanındaki böbürlenmece uzun dilliliğin; uzaktan bir tehlike hissedildiği sıralardaysa cimriliğin, hiç bir çaba göstermeyişin, ürkeklik ve huzursuzluğun somut biçimidir. Cihadtan geri kalıp oturan ve başkasını da oturmaya davet eden kimselerdir bunlar:
 "Allah, içinizdeki (cihadtan) alıkoyan ve kendileri ancak nadiren savaşa girdikleri halde kardeşlerine; "siz de yanımıza gelin" diyen kimseleri muhakkak ki bilmektedir. Ki onlar size yardım etmekte de pek cimri davranırlar. (Öyle ki) Korkulu (bir durum meydana) geldiğinde gözleri, ölüm sekeratını geçiren kimseninki gibi döne döne size bakarlar. Korku ortadan kalktığı zaman ise ganimete konma cimriliğiyle keskin bir dille sizi incitip dururlar, işte bunlar, inanmamıştır. Allah da onların amellerini iptal etmiştir." (el-Ahzab: 18-19)

 Ayet-i kerime, münafıkların en belirgin özelliklerini anlatmaktadır. Gerçek yapı özelliklerini ye en net konumlarını anlatmaktadır. Korkulu anlarda hiç bir şekilde titreklik ve korkaklıklarını tutamayan bu korkak sınıfı, horlayıcı bir ifadeyle ortaya koymaktadır.
 "Korku ortadan kalkınca.. Keskin bir dille sizi incitip dururlar." 

 Korku geçtikten sonra saklandıkları yerlerden çıkıp seslerini yükseltmeye başlayan kimselerdir bunlar. Biraz önce korkudan titreyen kimselerdir böylesine bağırıp çağıran, şöyleyiz, böyleyiz diye avurtlarını şişiren, savaşta şöyle şöyle imtihanlar geçirdik, cesaret ve kahramanlık gösterdik diye utanmazca iddialar ortaya atan... 

 Bu tip İnsanların varlığı hiç eksilmez. Her ortam ve her kuşakta görülebilen örnek tiplerdir bunlar. Eğer bolluk ve güvenli bir ortam varsa, bunlar kahramandır, konuşkandır ve er kişilerdir. Yok eğer şiddet ve korku varsa bu defa aynı kimseler korkaktır, suskundur, münzevidir, cimridir, iyilik ve iyilikseverlere karşı elleri sıkıdır. İnciten keskin bir dilden başkasıyla konuşmazlar iyiliksever insanlarla...

 Nifak, iki görüş arasında bocalayıp durmanın biçimidir. Gerçekte insan, bir ufuktan fazlasına yönelemez ve bir tek hayat sisteminden başkasını izleyemez. Aksi takdirde nifak ve adımların birbirine karışması söz konusudur:
 "Allah hiç kimseyi, içinde iki kalble yaratmamıştır." (el-Ahzab: 4)

 Madem ki insanın bir tek kalbi vardır, öyleyse bir tek İlaha yönelmek, bir tek hayat sistemini izlemek ve bunun dışında kalan her tür alışkanlık, gelenek, tavır ve adetlerini terketmek zorundadır. Bir tek kalb... 

 Öyleyse izlenecek hayat nizamı (yolu) da bir tek olmalıdır. 
 Hayat ve kainata bakış açısı, bir tek evrensel düşünceye dayanmalıdır. 
 Değerlendirmelere esas, eşya ve olaylara dayanak olacak bir tek ölçüsü olmalıdır. Aksi takdirde parçalanır, çöker, münafık olur, kaypaklaşır ve dosdoğru istikametten uzaklaşır. 
 Sonra bir insanın; 
 - ahlak ve terbiyesini bir kaynaktan, 
 - şeriat ve kanunlarını diğer bir kaynaktan, 
 - sosyal veya ekonomik düzenlerini başka bir kaynaktan, 
 - sanat ve düşüncesini de dördüncü bir kaynaktan alması mümkün değildir. 
 Bu karmaşa, mümkün değil bir tek kalbe sahip insanın yapacağı iş değildir. Çünkü bu durumda ayaksız ve dayanaksız bir çöküntü yığını, bir parçalanmış yapı meydana gelmiştir. Şu da var: 
 Hak bir akideye sahip olan bir kimse, bu inancının gereklerinden ve özgün değerlerinden hiç bir şekilde fedakarlık yapamaz. Ne bir meselede, ne de küçük veya büyük olsun hiç bir konuda bundan vazgeçemez. Akidesinin gerektirdiği dışında hiç bir kelime söyleyemez, hiç bir hareket yapamaz ve hiç bir şeye niyet edemez. Yani eğer bu akide o kişinin gönlünde pratikleşen bir hakikat durumuna geçmişse, bu kişi her davranış ve sözünde bu inancına mahkûm olmuş demektir. 
 Çünkü Allah, insana bir tek kalbten fazlasını vermemiştir, öyleyse bu kalb, bir tek kanuna boyun eğer, bir tek dünya görüşüne dayanır ve bir tek ölçüyle tartıp biçer. Akide sahibi bir kimse bir iş yapmışsa: 
 "Şunu şahsi sıfatımla, şunu da İslam! sıfatımla yaptım" diyemez. 
 Çünkü o, bir tek kalbe sahip bir tek şahıstır. Bir tek akide taşıyan bir tek kalb.. 
 Aynı şekilde onun bir tek hayat görüşü, bir tek değer ölçüsü vardır. 
 Akidesine dayalı dünya görüşü, hangi durumda olursa olsun kendisinden çıkan her harekete yansımıştır. 
 O, gerek bireysel hayatını, gerek aile hayatını, gerekse cemaat, devlet ve dünyadaki hayatını bu bir tek kalble yaşar.
 Gizli - açık her haliyle, hem işçi, hem işveren olarak, hem hakim hem mahkum olarak ve hem darlıkta hem de bollukta bu bir tek kalbiyle yaşar. 
 Yani ölçüleri sabit, değerleri sabit ve düşünceleri müstakim bir hayat..
 "Allah hiç kimseyi içinde iki kalble yaratmamıştır."
 Öyleyse; 
 - bir tek hayat sistemi, 
 - bir tek yol, 
 - bir tek vahiy, 
 - bir tek bakış açısı ve

- bir tek Allah'a teslimiyet vardır. 
- bir tek kalb, 
 - iki ilaha tapınamaz (kulluk yapıp, ibadet edemez),
 - iki efendiye hizmet edemez,
 - iki sistemi izleyemez ve
 - iki tarafa yönelemez.
 Aksi takdirde, bölünme, parçalanma; yıkıntı ve molozlara dönüşme söz konusudur.
(Seyyid Kutub- Davet Yolu) 
Devamını oku...