Sayfalar

11 Şubat 2012 Cumartesi

Tağuta Muhakeme Olmanın Hükmü!

"Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddaa edenleri görmedin mi ? Küfretmeleri emrolunmuşken tautun önünde muhakeme olmalarını isterler. Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak istiyor..." (Nisa: 60)

Muhakeme olmak; 
"Namaz kılmak, oruç tutmak, kurban kesmek ve dua etmek gibi bir ibadettir ve Allah (c.c)’tan başkasına yapıldığında apaçık bir küfür olur. Bu ibadeti Allah’tan başkasına yapan kişinin kalbine ve itikadına bakılmaz. Böyle kimseleri, yani bu küfürleri işleyenleri tekfir etme konusunda, helal kılma veya itikad etme şartını ileri sürenler ancak; selefi salihinin tekfir ettiği aşırı mürcie (cehmiye) olan kimselerdir." (Tağutu Reddetmek Tevhidin Gereğidir s: 234)

İmam İbn Teymiyye: (Fetvalar c: 28 s: 200) İbni Kayyım eL-Cevziyye: (A’lamu’l Muvakkiin c: 1 s: 50) Şeyh Süleyman b. Sehman: “Fitne öldürmekten daha şiddetlidir.” (Bakara: 191) “Fitne öldürmekten daha büyüktür.” (Bakara: 217) (Eddureru’s Seniye Mürtedin hükmü bölümü s: 275) Şevkani (Nisa: 60) (Fethul Kadir Tefsiri c:1 s:482) İmam Begavi: “Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir.” Bu lafız; hüküm ve emir verme, bir meselede yasak koyma yetkisinin sadece Allah (c.c)’a ait olduğunu ifade etmektedir.” (Begavi Tefsiri c: 2 s: 427) Şehid Seyyid Kutub: "Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak, istiyor." (Fîzilâl-îl-Kur'an c:3 s:298) Seyfuddin eL-Muvahhid: “Reddetmeleri emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar.” “Şüphesiz ki her topluluğa; “Allah’a ibadet edin, tağutlardan sakının” diye rasuller gönderdik.” (Nahl: 36) “Halbuki şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.” buyurmuştur. “tağuta muhakeme olmak istiyorlar” buyurmuştur. Bu gösteriyor ki, tağuta muhakeme olmayı istemek bile apaçık bir küfürdür. Elbette ki tağutun hükümleriyle hükmetmek ve tağutun hükümlerine muhakeme olmak daha çirkin ve daha büyük bir küfürdür. “Allah’ın bu ayette küfür dediği şey tağuta muhakeme olmayı kalben istemektir. Her ne kadar hakkımızı almak için tağutun mahkemesine başvursak da kalben bu hükümleri istemeyip reddediyoruz. Onun için tağuta muhakeme olsak bile kafir olmayız.” şeklinde açıklıyorlar. Bu, apaçık bir cehalettir. Şeytanın kandırmasından başka bir şey değildir. Allah (c.c) bu ayette tağuta muhakeme olmak istemenin bile küfür olduğunu bildiriyor. Bilfiil muhakame olmak ise bundan daha büyük bir küfürdür. Tağutun hükümlerine muhakeme olan kişi; “ben muhakeme olmak istemedim” diyemez. Eğer gerçekten istememiş olsaydı mahkemeye başvurmazdı. Çünkü hiç kimse onu mahkemeye başvurmaya zorlamamıştır. Ayrıca bazı cahiller: “Ancak Allah’ın hükümlerinin uygulandığı bir ortamda tağutun hükümlerine başvurmak küfürdür. Yani; kişi ancak Allah’ın hükümlerine başvurabileceği halde bu hükümlere başvurmayıp tağutun hükümlerine başvurduğu zaman kafir olur. Zamanımızda şeriatle hükmeden mahkemeler yoktur. Şeri mahkemeler olmaması sebebiyle hakkı kaybolacağından dolayı tağutun mahkemesine mecburen başvuran kişi kafir olmaz”diyorlar. Onlara şöyle cevap verilir: Nisa: 60 ayetinde tağuta muhakeme olmayı istemekle tağuta inanmayı eşit tutmuştur. Bu gösteriyor ki tağuta muhakeme olmayı isteyen, tağuta inanmış ve kafir olmuştur. Bilfiil tağutun mahkemesine başvuran kişi, iddiası ne olursa olsun apaçık bir şekilde tağuta inanmış ve kafir olmuştur. Çünkü Allah (c.c): “Reddetmeleri emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar.” buyuruyor. Tağuta muhakeme olmak, tağuta iman, tağuta iman ise Allah’ı inkar manasına gelmektedir. Tıpkı tağutu reddetmenin Allah’a iman manasına geldiği gibi..." (Davetçinin Tefsiri c:5 s:165-167) Muhammed İbn Abdulvehhab: "Sana indirilene ve senden öncekilere indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor." (Nisa: 4/60) "Arzusu benim getirdiğime tabi olmadığı müddetçe kimse iman etmiş sayılmaz." (İbn Receb-Camiu'l-ulum vel-hikem: 338) Şa'bi (r.a.) diyor ki: "Bir münafık ile bir yahudi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Yahudi, (müslüman görünen) münafığa, rüşvet kabul etmeyeceğini bildiğinden dolayı, Rasulullah'a muhakeme olmayı teklif etti. Münafık ise yahudilerin rüşvet aldığını düşünerek yahudilerin (Kab b. el-Eşref'in) huzurunda muhakeme olmak istedi. Nihayet, Cuheynelilerden bir kahinin huzurunda muhakeme olmaya karar verdiler. Bunun üzerine Allah-u Teala, Nisa: 4 /60 ayetini indirdi. "Rasulullah (s.a.v.)'ın huzurunda muhakeme olalım." dedi. Öbürü ise: "Yahudi Ka'b b. el-Eşref'in huzurunda muhakeme olalım." dedi. Sonra Ömer (r.a.)'e muhakeme olmaya gittiler ve ona meseleyi anlattılar. Ömer (r.a.) Rasulullah (s.a.v.)'ın huzurunda muhakeme olmak istemeyene: "Doğru mu?" diye sordu. Adam: "Evet" deyince, Ömer (r.a.) boynunu kılıçla vurarak adamı öldürdü. Bu olay üzerine Allah-u Teala mezkur ayeti kerimeyi indirdi. (İbn Kesir Tefsiri) İSTİFADELER 1 - Nisa suresinin 60. ayetinde reddedilmesi emredilen "tağut"; Allah'tan başka kanun koyan kimseleri ifade etmektedir. 2 - Bakara suresinin 11. ayetinde; Allah'ın kanunlarını değiştirmek veya Allah'ın kanunlarından başka kanunlara başvurmak suretiyle Allah'ın emirlerinden uzaklaşmanın yeryüzünde fesat çıkarmak olduğu bildirilmiştir. 3 - Aynı mana A'raf süresindeki ayetle teyid edilmiştir. 4 - Nisa 60 ayetinin ne şekilde anlaşılması gerektiği ve hayata nasıl tatbik edileceği Ömer (r.a.)'in uygulamasıyla netliğe kavuşmuştur. 5 - Kişinin imanının geçerli olabilmesi için bütün meyil ve arzusunu Muhammed (s.a.v.)'in yoluna tabi kılması gerekir." (Kitabi't Tevhid) Abdurrahman İbn Hasan: "Sana ve senden öncekilere indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmeleri emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor." (Nisa: 4/60) "Tağutu reddedip Allah'a iman eden kimse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır." (Bakara: 2/256)  ifadesiyle yüce Allah, tağuta muhakeme olmayı istemenin şeytanın emri olduğu gerçeğini bildiriyor. Şeytan bu şekilde muhakeme olmayı, kendisine itaat edenlere süslü gösteriyor. Yine ayet, şeytanın böylece saptırabildiği kimseleri bu yoldan saptırdığını açıklıyor. Ayet, bunun en büyük sapıklık olduğunu ve hidayetten de en çok uzaklaşmak olduğunu belirtiyor. Bu ayette dört noktaya dikkat çekiliyor:  Tağuta muhakeme olmak şeytanın istemesi ve muradetmesidir. 2 - Tağuta muhakeme olmak sapıklık ve dalalettir. 3 - Buradaki hüküm mastar (kök fiil) ile pekiştirilmiştir. 4 - Tağuta muhakeme olan kimseler hak yoldan ve hidayetten uzaktırlar. (Fethu'l Mecid ala Şerhu Kitabi't Tevhid)

"Allah-u Teâlâ'nın kitabı dışında hüküm veren ve kendisine muhakeme olunan kişiye tagut ismi verilmiştir. Firavun’a da işte bu sebeble tagut denilmiştir."



İnsanların tağutu; Allah-u Teâlâ ve rasulünün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah-u Teâlâ'dan başka kendisine muhakeme olunan, ibadet edilen ve Allah-u Teâlâ'nın emrine dayanmaksızın ve Allah-u Teâlâ'ya itaat etmeksizin zatı için tabi olunanlardır. İşte alemlerin tagutu bunlardır.

Bunları düşünür ve insanların durumuna bakarsan, insanların çoğunun Allah-u Teâlâ'ya değil, tagutlara ibadet ettiğini, Allah-u Teâlâ ve rasulünün hükümlerine değil tagutların hükümlerine muhakeme olduğunu, Allah-u Teâlâ ve rasulüne değil, taguta itaat edip tabi olduklarını görürsün."



“Tağuta muhakeme olmanın küfür olduğunu öğrendikten sonra sana şöyle denir: Allah (c.c) kitabında küfrün, öldürmekten daha büyük olduğunu şöyle zikretti:





Bu ayetlerde geçen “fitne”den kasıt; küfür ve şirktir. Bil ki! Gerek çölde yaşayan ve gerekse şehirde yaşayanların hepsinin, birbirleriyle ya yok oluncaya kadar savaşmaları, İslam şeriatine ve Rasulullah (s.a.s)’ın getirdiği hükümlere muhalefet eden ve başka hükümlerle hükmeden Tağutu aralarındaki ihtilafı çözme konusunda hakem tayin etmelerinden daha ehvendir.

Eğer muhakeme olmak küfür ve ihtilaf dünya içinse, o zaman nasıl olur da dünya için küfre girersin?

Bil ki! Allah (c.c) ve rasulü herşeyden daha sevgili olmadıkça hiç kimse iman etmiş olmaz. Aynı şekilde Rasulullah (s.a.s), kendi çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça hiç kimse iman etmiş olmaz.

Bütün dünyan gitse de Tağutun mahkemesine muhakeme olmak senin için asla caiz olmaz. Şayet sana ya elindeki  herşeyi vereceksin veya Tağuta muhakeme olacaksın denilirse, sana farz olan şey; elindeki herşeyi vermen fakat Tağuta asla muhakeme olmamandır.”


ayetinin tefsirinde şöyle dedi:

“Rasulullah (s.a.v)’e inen Kur’an’a ve ondan önceki nebilere inen kitaplara inandıklarını iddia etmelerine rağmen, bunları bozan ve yürürlükten kaldıran Tağuta (Allah’ın şeriatı dışındaki her şeriat tağuttur) muhakeme olmak isteyenlerin bu iddiasına şaşılır doğrusu... Oysa Allah (c.c), gerek Rasulullah (s.a.s)’a ve gerekse ondan önceki bütün rasullere Tağutu reddetmelerini emretmiştir.”








Bu acayip hale bakmazmısın ? Bir kavim... İmanlı... Olduğunu iddaa ediyor... Sonra bu iddalarını bir anda yıkıveriyorlar?! "Sana ve senden öncekilere inandığını sanıyor..." Sonra da sana ve senden öncekilere inenlere hükmetmek istemiyor onlar... Başka nizamlarla... Başka sistemlerle. Başka hükümlerle. Tağutla hükmetmek istiyorlar. Sana ve senden öncekilere inanmayan, tanımayan "Tağutla." Sana ve senden öncekilere inenlerle ilgisi bulunmayan, bilakis düşman olan "Tağutla." Sana ve senden öncekilere inenlerden hiç bir ölçü ve kaideye sahip olmayan "Tağutla." Bu sebepden Tağuttur o... Uluhiyyet iddasında buunduğu için. Aynı zamandan ele alınacak bir ölçüye sahip değildir o! Onlar bunu bilmiyerek veya iyi zannıyla değil, yakinen ve tamamen onunla hükmedilmesinin yasak olduğunu bildiği halde istiyorlar... "Ona küfretmeleri emrolunmuşken..." Kasden ve bilerek yapıyorlar... Bunun için sana ve senden öncekilere indirilene iman etmiş (!) olma iddiaları doğru değildir!. Evet şeytan onları dalâletin gayyasına yuvarlamak istiyor. Kurtuluş ümidi olmayan dalâlete.



İşte tağutla hükmetmek isteyişlerinin gerisindeki gizli sebep... Bu isteklerinden dolayı onları imanın sınırından kapı dışarı eden gizli âmil!... Belki uyanırda geri dönerler diye Allah bu sebebi onlara açıklıyor... Müslümanlarada açıklıyor. Bu isteğin gerisinde nelerin ve kimlerin saklandığını anlasınlar diye...





Kim Allah’ın şeriatıyla hükmetmeyip başka hükümlerle hükmeder veya bu hükümlerle muhakeme olursa Allah’ı inkar etmiş ve tağuta iman etmiş olur. Halbuki Allah bütün mükelleflere Allah’a iman edip tağutu reddetmelerini emretmiştir ve bütün rasulleri bu emri bildirmek için göndermiştir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:



Şüphesiz Allah’ın ve rasulünün hükümlerine başvurmayıp tağutun hükümlerine başvuran kişi şeytanın hükmü altına girmiştir. Onun için Allah (c.c) bu ayette:

Allah (c.c), ayetin bu bölümünde

Zamanımızda islam devleti olmadığından ve bütün medeni mahkemeler tağutun hükümleriyle hükmettiğinden dolayı bu mahkemelere başvuran, kendilerini müslüman sayan bazı kişiler kendilerini bu ayetin hükmünden sıyırmak için bu ayeti:









“Allah’ın hükümleri her zaman vardır ve kıyamete kadar baki kalacaktır. Ayrıca Allah’ın hükümlerini kabul edip tağutun hükümlerini reddetmek imanın bir gereğidir. La ilahe illallah’ın manasıdır. Tağutun her çeşidini reddetmeyen ve Allah’ın hükümlerini her zaman hayatına tatbik etmeyi kabul etmeyen kişi La ilahe illallah Muhammed’un Rasulullah’a gerçek manada şehadet etmemiştir. Gerçek manada La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah’a şehadet eden kişi tağutun her çeşidini reddetmiş, Allah’ın kanunlarına inanmış ve hayatında yalnızca bu kanunları uygulamayı kabul etmiştir. Müslüman devlet olsa da olmasa da bu böyledir. Allah (c.c)





"Allah (c.c) şöyle buyuruyor:



"Onlara 'yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler." (Bakara: 2/11)

"Yeryüzü (ilahi nizam ile) ıslah edildikten sonra, onu (değiştirerek) bozup fesat çıkarmayın." (Araf: 7/55)

"Onlar hala cahiliyenin hükmünü mü istiyorlar? İnanmış, akıllı bir topluluk için Allah'tan daha iyi hüküm verecek var mıdır?" (Maide: 5/50)

Abdullah ibni Ömer (r.a.)'den Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:







Bu hadise bir başka rivayette de şöyle anlatılıyor:

Birbirinden davacı iki kişiden birisi:

























Tağutu inkar etmek, Tevhidin bir rüknüdür.

Nitekim bu gerçek, Bakara Süresindeki ayette de yer almaktadır. Bir kimse eğer bu rüknü yerine getirmez ve tamamlamazsa, muvahhid olamaz. Çünkü Tevhid imanın temelidir. Zaten bu sayede tüm ameller sahih olabilmekte, onsuz da fesada uğramaktadır. Bu husus şu ayette açıklanır.



"Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor."



1 -








Devamını oku...

- GÜNÜMÜZ TAĞUT OKULLARI -

.. Anayasası, Madde: 42,
Kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir.
Eğitim ve öğretim Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim es.a.s.larına göre, devletin gözetimi ve denetimi altında yapılır. Bu es.a.s.lara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Eğitim ve öğretim hürriyeti Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.

Milli Eğitim Temel Kanunu, Kanun No: 1739,
Genel Amaçlar,
Öğrencileri,

Madde–2-a Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan T.C.’ye karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar yetiştirmek.

Madde–10 Eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde, Atatürk ilke ve inkılâpları ve anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. Eğitim kurumlarında anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasi ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikteki günlük siyasi olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan verilmez.

Madde–12 Türk milli eğitiminde laiklik esastır.
Madde–15 Okullarda kız ve erkek karma eğitim sistemi yapılması esastır.

Madde–43 Öğretmenlik, devletin eğitim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir ihtisas mesleğidir.

İlköğretim Amaçları,
Öğrenim görmüş bir yurttaş.

A-Kişisel Bakımdan;
Madde–7-b Türk milletini yüceltir, Türk büyüklerini, onların hizmetlerini tanır ve değer verir. Atatürk’ün Türk İstiklali için yaptığı savaşları, memleket idaresine getirdiği demokratik esasları, Atatürk inkılâplarının tarihi sebeplerinin bilir ve bu inkılâpların gelişip ilerlemesine çalışır.

B-Toplum Hayatı Bakımından,
İlkokul çocuğa, T.C.’nin insan haklarına dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal bir devlet olduğu kavratmayı amaç bilir. Buna göre ilköğretim görmüş bir yurttaş;

1 – Demokrasi ilkelerini kavramaya başlamıştır. Bütün ilişkilerinde bu ilkeleri uygulamaya çalışır.
2 – Demokrasinin sadece bir idare şekli olmayıp, bir yaşam şekli olduğu düşüncesini benimser.

İlkokul Eğitim ve Öğretim İlkeleri;
Derslerle amaçlar ve ilkeler arasında bağlantı kurulmalıdır. Okul etkinlikleri öğrencilerde istenilen davranış değişikliklerini sağlamaya yönelmelidir. İlkokul programı, Türk milli eğitiminin amaçları ve ilköğretimin amaçlarını kademe kademe gerçekleştirmek üzere düzenlenmiş araçtır!
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretimin Genel Amacı;
İlköğretim ve ortaöğretimde öğrenciye, Türk milli eğitim politikası doğrultusunda, Genel Amaçlarına, İlkelerine ve Atatürk’ün Laiklik ilkesine uygun Din kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi ile ilgili yeterli temel bilgi kazandırmak… Böylece Atatürkçülüğün, insan sevgisinin pekiştirilmesini sağlamak, faziletli insan yetiştirmektir.
.
“Muhakkak size kitapta şu hükmü indirdi. “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiği veya onlarla dalga geçildiğini işittiğiniz vakit, onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman muhakkak siz de onlar gibi olursunuz” Allah münafıkları ve kâfirleri cehennemde toplayandır” (Nisa 140)
İmam Kurtubi: “Başka söze dalıncaya kadar” ayeti küfür dışında bir söze delalet eder. “Siz de onlar gibi olursunuz” bu ayet gösterdi ki günahkârlardan münker ortaya çıktı mı onlardan kaçınmak gerekir.Çünkü kaçınmayan fiillerine razı olmuştur. Küfre rıza küfürdür. “Siz de onlar gibi olursunuz” Masiyet meclisinde oturup onları inkâr etmeyen, onlarla günahta eşittir. Onlar masiyetle konuşup, amel ettiklerinde inkâr etmesi gerekir. Onlara inkâr etme gücü yoksa oradan ayrılması gerekir, taki bu ayetin ehlinden olmasın.. (3/279 Nisa 140 tefsiri).
İbni Kesir: Onlarla günahta eşit olunduğunu açıkladıktan sonra; “Nasıl ki küfürde onlara ortak oldular, Allah da onları cehennemde ebedi kalmada ortak kılar.” (Ayetin tefsiri 2/317).
Seyyid Kutup “Nifakın ilk basamaklarından biri ise müminin Allah’ın ayetleri ile istihza edilen meclislerde oturması ve bunları işitmemezlikten gelmesidir.” …böyle kimseler kendilerini müsamaha ve hoşgörü ile kandırırlar. Hâlbuki bu hal vücuda sirayet eden bir iç hezimettir… Bunu yapanlarla meclislerde kalanlar iman, küfür arasındaki nifak köprüsünün bedbahtları diye vasfedilirler.”
Kendi yaşadığınız okul ortamını, dersleri, öğretmenleri sonra Allah’ın bu ayetlerini ve sonra da körpe çocukları bir düşünün… Bu neslin neden ikiyüzlü, menfaatperest, günaha meyilli olduğunu düşünün. Bu konuda da kendinizden başkasını suçlamayın. Çünkü buna sebep sizlersiniz.
Evet, ayete ve delaletine bir bak. “Muhakkak siz de onlar gibi olursunuz” diye te’kidli bir küfür tehdidinden sonra bu benzetmeyi bazıları farklı yere çekmesin diye “Allah münafıkları ve kâfirleri cehennemde toplayandır” buyuruyor.
Bir insanın o mecliste oturup da veya o fiillerin olduğu yere çocuğunu gönderdikten sonra “ben razı değilim” demesi bir şey değiştirmez. Çünkü rıza içsel bir şeydir ve nitekim Allah hükmü razı olup olmamaya değil, orda bulunup bulunmamaya bağlamıştır. Meseleyi anlamayanların “veli kişinin; ben razı değilim” diye başlık atması seni aldatmasın. Bu tip insanlar yukarıda görüldüğü gibi önce küfrün sebebi ve çeşidi vardır bu nedenle çoğu insan bu meseleyi karıştırır derler. Sonra da meseleyi küfrün sebebine değil, rıza gibi çeşidine bağlarlar.
Rıza meselesi ayetin aslında geçmez. Allah hükmü ona da bağlamaz. Sadece âlimlerin bu ayetten çıkardıkları bir hükümdür. Şöyle ki: Eğer bir kimse meclisten kalkmıyorsa demek ki razı olmuştur. Bir şeye rıza da onun hükmündendir derler. Mesela Kur’an’ı pisliğe atan bir kişiye kâfir derler. Sonra da demek ki Allah’ın kitabını hafife alıyor derler. Tekfiri hafife almaya değil, fiilin kendisine bağlarlar. nakillerle anlatır. Muhaliflerini bunu Bu tür çarpıtmalara sakın aldanma! Bu amel ve eylemlerin hiçbiri olmasa dahi, okulda bulunan haramlar ondan içtinap etmek için yeterlidir. … Eğitim, açıklık, müzik, resim, ihtilat -kız erkek karışık- buralarda Allah’ın zahir ve batın haram kıldığı her fuhşiyatı, kötülüğü bulmak mümkündür.
Peki, sen söyle! Direk kalbe tesir eden bunca haramın arasında o fıtratı bozulmamış temiz ve körpe kalp ne hal alır acaba! Fitnelerin uğrak olduğu kalp, ters çevrilmiş ağzı kapalı bardak şeklini alır. Hiçbir iyiliğe yer yoktur onda. Artık, iyilik kötülük, kötülük de iyilik olur onun için. Bu benim sözüm değildir. Bu konuştuğunda hak ve vahiyden başka bir şey konuşmayan Allah Resulü’nün sözüdür: “Fitneler kalbe çizgi çizgi arz olur (atılır). Hangi kalp bunu içerse üzerine siyah, hangi kalp de reddederse beyaz bir nokta konur. Öyle ki o kalp (fitnelerin arz olduğu) bulanık ve ters çevrilmiş testi gibidir. Ne iyiliği tanır, ne de kötülüğü reddeder. Sadece içerisine giren arzu ve heve si bilir.”
.
Okulda yer alan küfürlerden bazılarıda müşriklerin çıkarmış oldukları bayaramlar şimdi bu konuya değineceğiz.
Kuran-ı Kerim’de millet kelimesine din manası yüklenir.
O hanif olan İbrahim’in milletine(dinine ) uy… “ bu ayet Kuran-ı Kerim’de defalarca tekrarlanmıştır.
Milli bayramlardan bazılarına örnek verecek olursak:
-Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı: 23 Nisan Türkiye meclisinin açılış günüdür. Onlara göre İslami yönetimden, yani gericilikten modern dünyaya geçilmiştir. Düşün bu şirk merkezinin açılışı bir bayram olarak kutlanır. Evet, sen ey kendini muvahhit zanneden, sen insanlara bu parlamentonun şirkini anlatırken, işte senin çocuğun bu bayramı kutlar.
Sakın ben çocuğumu sakındırıyorum diye kendini kandırma, sen çocuğunu merasimden sakındırsan dahi o güne hazırlık haftalar öncesinden başlar.
-19 Mayıs Atatürk’ü anma, gençlik ve spor bayramı: Buda hilafet ilgası için başlatılan yurt gezilerinin Samsun’a çıkış ayağıdır.
-29 Ekim Cumhuriyet bayramı
Birde 30 Ağustos vardır ki, o tarihlerde okul tatildedir.
Bu bayramların sevgisi ve şenliklerin çekici yönleri çocukların kalbine ekilir. Çocuk o kadar hoşlanır ki, nice veli çocuğunu göndermese de çocuğu evde televizyon başında bu şenlikleri izler. Tabi göndermemek hiçbirşey değildir. Çünkü bu bayramlar o günlere munhasır değildir. Haftalar öncesinden anlatılmaya ve hazırlıklara başlanır.
Bu bayram günlerinin dışında birde haftalar vardır. 10-16 Kasım Atatürk’ü anma haftası, insan hakları ve demokrasi haftası vb. Okul olayını sulandırmak için Hanefilerden rıza meselesini ve ihtilafını getirenlere (konu ileri de gelecek) Hanefilerin bazı fetvaları yerin de olacaktır.
“Bir kişi nevruz günü Mecusilerin toplandığı yere gitse kâfir olur. Çünkü bu küfrünü ilan etmektir.”
“Bir kimse nevruz günü bu güne saygı için müşriklerle bir şey hediye etse Allah’a elli yıllık ibadetini zayi etmiş olur.”(Fıkhul Ekber Şerhi Molla Ali el-Kari 345)
Yine Hafız İbn-i Hacer: “Şeyh Ebu Hafs El-Kebir En-Nesefi’den: Kim o gün ta’zim için bir yumurta dahi hediye etse kâfir olur.( Fethu’l Bari 3/ 1344)
Her dinin kendine göre kendilerini ilahlarına yakınlaştıran, ona bağlılık ve inançlarının simgesi olan ayinleri vardır. Bu ayinler de yapılanlar herkesin keyfi olarak seçtiği yakınlaşma eylemleri değildir. Nasıl ki Allah’a ibadetin şekilleri şeriat tarafından belirlenip, sınırları çizilmişse bu ayinlerde yapılacak ve söylenecekler de o dinin kurucu ve koruyucuları tarafından belirlenmiştir.
İlköğretim Yönetmeliği madde 12: “İlköğretim okullarında öğrenciler her gün ders başlamadan önce öğretmenlerinin gözetimin de, topluca aşağıdaki öğrenci andını söylerler. “Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek ileriye gitmektir. Ey Büyük Atatürk açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, durmadan yürüyeceğime and içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene.”
Her sabah huşu, inkiyad, tezellul, ta’zim içinde hep bir ağızdan yapılan bu yemin ise şu şekilde yapılır: Bahçede, kendisine ve ilkelerine bağlılık yemini ettirdikleri tağutun putu vardır. Üstünde de ülke simgesi bayrak… Çocuklar hazır ol vaziyetinde, gözleri bayrağa dikilmiş bir şekilde, hiç kıpırdamadan!
Kardeşim, bu ibadet ayini değildir de nedir? Bu bağlılık yemini küfür değil de nedir?
Sen hiç böyle huşu ve tezellul içinde Allah c.c’e namaz kılan bir topluluk gördün mü?
Burada ki fiiller ilahlaştırma ve ibadet olma kastı olmadığından ihtimalli olur dersen, peki söylenen söz ve o ortamda kendi isteğiyle bulunmak… Akıl etmezmisiniz?
Hac ve Zünnar müşriklerin katıksız alametidir de, bu putun, bu bezin önünde yapılan eylem ve söz değil midir? Sade bir bezi beline bağlayan tekfir edilir de, putun üzerinde yukarıda geçen şekliyle durana özür mü bulunur.
İmam Nevevi: Eğer ortasına (beline) zünnar dolarsa kâfir olur. Mecusilerin şapkasını koyan da ihtilaf ettiler, sahih olan kâfir olmaz. Eğer beline ip dolarsa sorulduğu zaman zünnar derse çoğunluğa göre kâfir olur.(Ravda-riddet konusu)
Kifayetül Ahyar sahibi: “…Eğer Müslümanların, ancak bir kâfirden sadır olur diye icma ettikleri bir fiili işlerse, mesela haça secde etmek veya kiliseye mensup kişilerin zünnar ve diğer elbiseleriyle onlarla beraber kiliseye gidip gelirse İslam olduğunu açıklasa bile bütün bunlar küfür olup sahibi tekfir edilir”(Riddet babı)
Kadı İyaz Eş Şifa kitabında: İcma ile küfür olanları aktarırken;
“…Aynı şekilde Müslümanların ancak kâfirden sadır olur, diye icma ettikleri her fiille tekfir ederiz. Velev bu fiili yapan İslam’ı tasdik etse de. Puta, aya, güneşe, ateşe secde etmek, kilise ve sinagoglara, oranın ehline ve onların zünnar bağlamak şeklinde elbiseleri ile oralara gitmek, şüphesiz küfürdür. Müslümanlar bu fiillerin ancak kâfirlerde bulunduğunda ve bu fiillerin küfür alameti olduğunda icma etmişlerdir. Velev sahibi İslam’ını söylese de bu kişi kâfir olur. (Eş şifa 2 / 308 4. fasıl)”

Öğretim ve eğitim müesseselerinde şimdilik dile getireceğimiz iki küfür’de Put ve taviz,
a) Mustafa Kemal'in fotoğrafı puttur.
Bu konuyu Müslüman’ımız çok iyi bilmelidir ki; Mustafa Kemal' e ait fotoğraflar ile diğer insanlara ait fotoğraflar arasında kıyas kabul etmez derecede fark vardır. Sıradan şahısların fotoğraflarını evlerin, binaların nazargahlarına asmak mekruhtur veya haramdır. Bunun yanında fotoğraf asılı yerlere melekler girmezler. Fakat Mustafa Kemal'e ait fotoğraflar öyle değildir; onlar birer puttur, put timsalleridir, putu ve tağutu temsil etmektedirler. Zira Mustafa Kemal Hilafeti ve Hilafet müessesesini kaldırmakla, Kur' an harflerini değiştirmekle, dini eğitim ve öğretim yapılan medreseleri kapatmakla, şeriatı ve şer’i siyaseti kaldırmakla, helâlı haram, haramı helâl kılmakla, Allah'a ait hâkimiyeti millete vermekle vb. daha nice İslam dışı icraat ve inkılâplarıyla şirke sapmış, müşrik olmuş, put olmuş ve tağut olmuştur.
Demek oluyor ki; daire ve işyerlerine, okul ve yurtlara asılan fotoğraflar, meydanlara dikilen heykeller Mustafa Kemal putunun birer timsalidir, onu temsil etmektedirler. Bu itibarla: sıradan birinin fotoğrafını asmak kerahet veya haram olur da tağutun fotoğrafının asılı olduğu yerlere girmek haram olmaz mı? Hatta imanı tehlikeye düşürmez mi?
   b) M. Kemal'in fotoğrafını asmanın heykellerini dikmenin altında yatan mana:
1- Din düşmanlığını gizleme:
Mustafa Kemal'in fotoğraflarının asılmasının, heykellerinin dikilmesinin arkasında yatan manalardan biri münafıkâne harekettir, onun din düşmanlığını gizlemektir, vatan hainliğini gizlemektir. Yani, yeni nesle: erkek, kız, körpe dimağlara bu hususu zerk, telkin ve enjekte etmektir.
2- Gönüllere yerleştirip millete mal etme:
Bu fotoğrafların sahibi vatanperverdir, millet kurtarıcısıdır gibi sözler söylendiği gibi, dine, İslam'a düşman değildir, üstelik dini ve milleti, vatan ve mukaddesatı sevmiş ve saymıştır, hatta "Ne mutlu Türk'üm! Diyene” demek suretiyle de Türk milletini takdir ve tebrik etmiş ve mutluluğunu bu milleti sevme yolundan geçeceğini bütün dünyaya ilan etmiştir. İşte bu sebepledir ki, kadirşinas olan bu millet de atasını bağrına basmış, hürmet ve saygı duymuş, eğitim ve öğretim müesseselerine de onun fotoğraflarını asmak, park ve meydanlara heykellerini dikmek suretiyle onu sembolleştirmiştir. Türkiye'de Mustafa Kemal'den başka iktidar yoktur, söz sahibi yoktur, her şey ondan gelir ve ona gider. Anayasalar, kanunlar, partiler ve tüzükleri, eğitim sistemi, mahkemeler, takvim ve tatiller, yeminler hep ondan ve onun devrimlerinden kaynaklanır. Ve işte bu itibarla, yeni nesil, dini ve dindarı, Kur’an ve şeriatı, Allah ve Peygamberi değil onu sevecek, ona saygı duyacak, inkılâplarına sahip çıkıp bekçiliğini yapacak, ilham ve cesaretini ondan aldığına inanacak ve nihayet onu putlaştırıp ona tapacaktır. Onu ilahlaştırıp 'mabut' diyecek kadar ileri gidecek, mevlitler tertip edip methiyeler yazacak, marşlar söyleyip, şiirler terennüm edecektir.
   Evet; Mustafa Kemal ilahlaştırılmıştır. Kendisi hakkında 'ilah, mabut, yaratan, her şeyi bilen ve her şeyi gören, rab…' gibi tabirler kullanılmıştır. Bu küfür sözlerden sadece birkaç örnek vereceğiz:"

YÜREKTEN SESLER
Atatürk'ün tapkınıyız, her şey odur, her yerde o var, her gökte o eser, her enginde o çağlar, her şey odur, o her şeydir, her şeyde Atatürk! Yerdedir, göktedir... Görünmezi görür, bilinmezi bilir, duyulmazı duyar...
Elimizi yüzümüze, gönlümüzü özümüze kapıyoruz, biz sana tapıyoruz!
Varsın, teksin, yaratansın! Sana inanmayanlar utansın." (Aka Gündüz, Hâkimiyeti Milliye, Ulus, 4. 1. 1934)

"Huzuruna geldim gözlerim dolu dolu,
Eller Rab kulu olsun, biz Ata'nın kulu!
Gök kubbenin altında birden dize gelerek,
Gel ey 19 Mayıs! Eşsiz sabah merhaba.
Ey Samsun' da karaya çıkan ilah merhaba! (B. Kemal Çağlar)

"Ezan: Atatürk'e Tekbir;
Atatürk ekber, Atatürk ekber! Ancak o var.

Ne evliya ne peygamber, halkına yar Atatürk!"

3- M. Kemal fiiliyat ve icraatta da puttur;
Demek oluyor ki, fotoğrafının asılmasında, heykellerinin dikilmesinde yatan mana, hedef gaye budur. Daha açık bir ifadeyle; resimlerinin asılmasında, heykellerinin dikilmesinde asıl maksat, kendisini bir put, memleketi bir puthane, milleti de putperest yapmaktır.
Çünkü bu adamın fotoğrafıyla Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar ve Ebu Cehiller gibi klasik putların: Lenin, Stalin ve Mao gibi modem putların fotoğraflarının asılması arasında bir fark yoktur. Esasen bu adamınki daha katmerlidir. Çünkü bunda nifak da vardır.

"Rabbi ona: 'Teslim ol' demişti, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum' dedi; İbrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da: 'Oğullarım, Allah sizin için o dini seçti, bundan dolayı sadece Müslümanlar olarak ölünüz' dedi.

“Yoksa siz, Yakup'a ölüm geldiği zaman orada mı idiniz? O zaman (Yakup) oğullarına; 'Benden sonra neye kulluk edeceksiniz?' demişti. (Onlar da) 'Senin İlahın ve atalarının İbrahim, İsmail ve İshak'ın İlahı olan tek ilaha kulluk edeceğiz, biz ona teslim olanlarız' dedi." (Bakara: 131–133)
Bu ayet i kerimelerde bir babanın oğluna nasihati ve vasiyeti zikredilmektedir. Baba olan Yakup (a.s.) ölüm döşeğindeyken bile oğullarına Allah(c.c.)'a kulluk yapmaları gerektiğini söyleyerek onları şirkten korumak için çabalamıştır. Müslüman bir babanın evladına verebileceği en büyük nasihat, onun Allah(c.c.)'a kulluk yapması, şirk ve küfürden kurtarmasıdır. Bu Allah(c.c.)'ın emridir. Yani Allah(c.c.) ölüm anında bile olsa evladımızı put ve putperestlikten koruma yollarını aramamızı bizden istemektedir. Bırakın put ve putperestliğin verildiği yerlere çocuklarımızı ellerimizle teslim etmeyi, çocuklarımıza bu şirki telkin etmeyi, onları bu putperestlik noktasında yumuşatmayı bile İslam bize mubah görmemiştir.

Kemalistlerin okullarına ufacık yavrularını teslim eden zavallılar neden Yakup(a.s.) gibi davranamıyorsunuz? Neden çocuklarınızı putperest Kemalistlerin ellerinden kurtarmıyorsunuz? Bu ayet i kerimeler sizlere delil değil mi?
'Mecburuz!' demeyin. Çünkü ikrah-ı mülci altında yapılmayan bütün küfür ve şirk sözler Allah(c.c.) katında mazeret değildir.

"İkrahı gayr-i mülci (eksik ikrah) olursa, küfür kelimesi söylemeye ruhsat yoktur. Bağlanma, hapis veya herhangi bir uzvun telef olmasına yol açmayan dövme eksik olan ikrah cümlesindendir. Bu durumlarda kelime-i küfrü söyleyen kimse ihtiyar ortadan kalkmadığı için küfre düşer." (İmam Serahsi - Mebsut)
Çocuğun yapmış olduğu küfür sözler ve fiiller, bunlara sebep olduğu için babasına da şamildir. Çünkü buna rıza göstermiş, oraya çocuğunu kendi iradesi ve ihtiyarı dâhilinde teslim etmiştir.  Çocuğun velayeti babada olduğundan ötürü yapmış olduğu o fiiller de babayı da kapsar.
"Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize katından bir rahmet ver. Şüphesiz sen çok bağış yapansın."
Tavizsiz, uzlaşmasız bir mücadeleyi tağutlara karşı sürdüren İslam'ın neferlerine, Kur’an'ın aziz bekçilerine ithaf olunur!
Devamını oku...

Tağuti Sistemde Askerlik Yapmak!

  • Evvela tağutun ne olduğunu bilmek gerekir! Bunun târifini Allahu Teâlâ Bakara Suresi´nin 257. ayeti kerimesinde yapıyor ve şöyle diyor: „Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.“Bu ayeti kerimede tağut: Allah (c.c.)´ın zıttı, şeriatına, dinine karşı, kâfirlerin dostları ve onları nurdan zulumata, karanlıklara çıkartan diye târif ediyor.
  • Ve yine Kur´an-ı Kerim´de tağutun manasını açığa çıkaran bir başka ayeti kerime  „İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına (askerlerine) karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır!“ (Nisa, 76)Bu ayeti kerimede Allahu Teâlâ iki tane mücadele yolu belirlemiş:Biri Allah (c.c.) yolu ki, iman edenlerin yolu bu yoldur, diğeri de tağut yolu ki kâfirlerin yolu da bu yoldur.Allah (c.c.)´ın karşısında, İslam´ın ve müslümanların karşısında bulunan her ordu tağuti bir ordudur. Şeriat´ı ortadan kaldıran ve Hilâfet´i lağveden ve gelmemesi için savaşan bir ordu tağuti bir ordudur.Dolayısıyla mevcud tağuti rejime ve rejimlere askerlik yapmak küfürdür! Askerlik yapan insan da Nisa Suresi´nin 76. ayeti kerimesi mucibince kâfirdir!
Merhum Seyyid Kutub bu ayeti kerimenin tefsirinde şöyle buyurur: „Mü´minler Allah (c.c.) yolunda onun hayat metodunu gerçekleştirmek, şeriatını yerleştirmek ve Allah adına ´insanlar arasında´ adaleti uygulamak için savaşırlar, başka isim altında değil. Kâfirlerse tağut uğrunda Allah´ın metodunun dışında değişik hayat metodlarını gerçekleştirmek, -Allah (c.c.)´ın izin vermediği- değişik şeriatları yerleştirmek ve yine Allah (c.c.)´ın izin vermediği değişik değerleri oturtmak ve Allah´ın nizamı dışında değişik ölçüler dikmek için savaşırlar.
  • Allahu Teâlâ Kur´an-ı Kerim´de mü´minlerin sıfatından bahsederken Zümer Suresi 17. ayeti kerimede“Tağut´tan, ona kulluk etmekten kaçınıp da tam gönülle Allah'a yönelenlere gelince, müjde onlaradır. Haydi müjdele kullarımı!“ Yani bu ayette tağutlardan sakınmak mü´minin sıfatıdır.
Yine Nisa Suresi 60. ayeti kerimede „tağutu inkâr etmekle emrolundular!“ ifadesi kullanılmaktadır. Hatta iman öncesinde tağutun inkâr edilmesi imanın şartı olduğunu Bakara Suresi 256. ayeti kerimede Rabb´imiz bildirmiştir.Şimdi, bugünün müslümanı tağuta karşı savaşması gerekirken, tağutun safında gidip yeralıyor, savaşıyor ve askerlik yapıyor. Parasıyla destek oluyor! O zaman Rabb´imizin Kur´an-ı Kerim´de yahudi sıfatlarından bahsederken şöyle  buyurduğu insanlar zümresine girmiş olur (Allah muhafaza) „Bunun üzerine o zulme devam edenler sözü değiştirdiler, onu kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle soktular. Biz de kötülük yaptıkları için o zalimlere murdar bir azap indirdik!“ (Bakara, 59)
Şimdi işin bir başka yönüne bakacak olursak, askere zorla giden insanların durumu yine aynıdır, yani kâfir olur. Sadece hicret etmeye gücü yetmeyip de zorla götürülen insanın durumu müstesnadır! O şahıs küfre girmez, Allah (c.c.) nazarında mazurdur!
Bakınız, önceki kavimlerden Firavun zamanı bu zamandan aşağı kalmaz. Yani o zaman nasıl bir tağuti sistem hâkim idiyse bu zamanki laik sistem de aynı şekilde bir tağuti sistemdir. Ki, Kur´an-ı Kerim´de Kasas Suresi´nin 4. ayeti kerimesinde Rabb´imiz şöyle buyurur: „Çünkü Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o bozgunculardandı.“ Şimdi bu ayette açık bir şekilde ifade ediliyor, Firavun´un ne derece zalim olduğu, ne kadar azgın olduğu ve ne derece tağut ve zorba olduğu. Hatta bizim şu zamanımızdaki tağutlardan daha da zalim ve daha çok sınırları zorlayan bir tağut.
  • Ve Rabb´imiz Zuhruf Suresi´nin 54. ayeti kerimesinde „Firavun kavmini küçümsedi. Onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar fâsık bir kavimdi!“ diye buyuruyor. Bugün ki tağutlar da halkını küçümsemiş, halkına istediği zaman işkence eder, cezalandırır ve kendine bu askerlik yoluyla itaat ettirir. Bakınız Allahu Teâlâ Firavun ile zorla askere aldığı askerlerini, ordusunu sonuç itibarıyla aynı kefeye koyuyor. Hepsine aynı hükmü veriyor ve Kasas Suresi´nin 8. ayetinde şöyle buyuruyor: „Şüphesiz Firavun ile Hâmân ve askerleri hatalıydı!“ derken Firavun ile askerlerini aynı saymış, askerleri Firavun´dan ayırmamıştır ve yine Kasas Suresi´nin 40. ayetinde şöyle buyuruyor: „Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zalimlerin sonu nice oldu!“ İşte bu ayeti kerimede de Allahu Teâlâ cezalandırma konusunda da Fiarvun´la askerlerini birbirinden ayırmadan hepsine birden aynı cezayı veriyor.
Rabb´imiz (c.c.) bunları dünyevi hükümde ayırmadığı gibi uhrevi hükümde de ayırmıyor. Bakınız Hud Suresi´nin 98-99 ayetlerinde nasıl buyuruluyor: „Kıyamet günü, (Firavun) kavminin önüne düşer. Artık o bunları ateşe götürmüştür. O varılan yer, ne kötü bir yerdir. Hem burada, hem de kıyamet gününde lânetle izlendiler. Onlara verilen bu karşı destek ne fena bir destektir!“Bu karşılaştırma Firavun döneminde olduğu gibi bir de aynı bu olayın bir benzeri Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında da gerçekleşmiştir. Resulullah (s.a.v.) Mekke´den Medine´ye hicret ettiği zaman bazı kişiler hicret etmeyip Mekke´de kaldılar. Bunun üzerine Mekke müşrikleri Bedir savaşına giderken o müslümanları da zorla savaşa götürmüşlerdir. Bunlardan bazıları müşriklerin saflarında iken öldürülmüş ve bunun üzerine Nisa Suresi´nin 97. ayet nazil olmuştur: „Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, ´Ne işte idiniz?´ derler. Onlar da: ´Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.´ derler. Melekler: ´Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya?´ derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir!“
  • Bu ayetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a.) şunu nakletmektedir: 
„Peygamber (s.a.v.) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (Savaş sırasında) Ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil olduYine İbn Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; „Bir kısım Mekkeli´ler İslam'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: ´Bizim arkadaşlarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular´ deyip, onlara Allah'tan mağfiret dilediler. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Bu ayet müslümanlardan kalanlara yazılıdı ve bildirildi ki onlar için özür yoktur.“ Ravi devamla şöyle anlatır: „Onlar (hicret etmek üzere çıktıklarında müşrikler kendilerine kavuşup aralarına fitne saldılar.
Bunun üzerine: „İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, ´Allah'a ve ahiret gününe inandık.´ derler.“ (Bakara, 8) (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, I, 542).
Bu ayeti kerimenin sebebi nüzülu ise şudur: Bedir savaşında müslümanların eline esir düşenler arasında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)´in amcası Abbas da vardı. Bunun üzerine Efendimiz amcasına: „Kendin için, kardeşinin oğlu Akil b. Ebi Talib için, Nevfel b. Haris için ve müttefikin Haris oğullarından biri olan Utbe b. Cahdam için fidye ver de kendini kurtar.“ Bunun üzerine Abbas vermek istemedi ve şöyle dedi: „Ben müslüman olduydum, bunlar beni zorla savaşa çıkardı.“ Peygamber Efendimiz (s.a.v.): „Allah (c.c.) durumunu en iyi bilendir, eğer gerçekten dediğin gibi isen Allah (c.c.) sana ona göre karşılığını verir, fakat senin zahirin (görünüşün) bizi ilgilendirir.” Bizim aleyhimizedir. (Bize karşı savaşıyorsun.) Abbas 20 altın Okıyya ödeyerek kurtuldu. (Müsned, Ahmed b. Hanbel Hadis No: 3310/ El-Müstedrek ales-Sahihayn Hadis No: 5074/ El-Bidaye ven Nihaye: c. 3, sf. 365)
  • İbni Kesir tefsirinde şu ifade kullanılır: “Abbas, Akil ve Nevfel esir olduklarında, Allah Resulu Abbas´a: ´Kendin ve kardeşinin oğlu için fidye ver´ buyurdular. Abbas: ´Ey Allah´ın Resulü! Senin kıblene namaz kılmadık mı? Senin şehadetini (Kelime-i Şehadet´i) getirmedik mi?´ Deyince, Allah Resulü: ´Ey Abbas! Siz hasımlaştınız, size de hasım olundu´ buyurdular.“Nasıl Abbas kâfir bir esir olarak muamele gördüyse, bunlar da zahiren kâfir muamelesi görürler. 
  • İbni İshak´ın Siyeri´nde şu ifade geçer: “Senin zahirin (görünüşün) bizi ilgilendirir, Kalbini Allah (c.c.) bilir!”Dikkat edilecek olursa, bunlar savaşa zorla götürülmüş, kendi istekleriyle gelmemiştir ve bunlar savaşta hiç bir müslümanla savaşmamışlar ama hakkında böyle bir ayet nazil olmuş ve Peygamberimiz (s.a.v.) amcasıyla nasıl konuşmuştur.

  • Sonuç olarak Nisa Suresi´nin 97. ayetinde onlara: “Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya?” denildiği gibi hicret imkânı olduğu halde hicret etmeyip tağuta askerlik yapanlar da kâfir muamelesi görürler varacakları yer de Rabb´imizin ifadesiyle cehennemdir! Ki, bir sonraki ayet bu meseleyi daha net bir şekilde ifade eder: “Ancak gerçekten aciz ve zayıf olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç.. Umulur ki, Allah bu kimseleri affeder. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır!“ (Nisa,  98-99)

  • Bir de dikkat edilecek husus 97. ayeti kerimede meleklerin onlara ilk sorusu: „Nerede idiniz? Kimin safındaydınız?“ diyerek onları kınamıştır. Onlar da „Biz güçsüz idik. Zorla getirildik!“ dediklerinde melekler onlara "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz de oradan hicret etseydiniz ya?“
  • Bir hadisi şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Sizin başınıza bazı liderler gelecek ki bu liderler şerli insanlara yakın olacaklar ve namazları vakitlerinden geciktirerek kılacaklar. Kim bunların zamanında yaşarsa onlara asker de olmasın, polis de, vergi tahsildarı da olmasın, haznedar da." (Sahih İbni Hibban c. 10, sf. 446)

Bu hadisi şerifte sarahaten ifade edildiği gibi bir müslüman muvahhidin bırakın tağuti sisteme askerlik yapmasını, namazlarını geciktiren, şerli insanlarla irtibata giren ve onlara yakınlık gösteren sisteme askerlik bile yapması caiz değildir!
İşte bugün Anadolu´da mevcud olan ordu İslam´a ve şeriata savaş açmış bir ordudur. O zaman bu ordu küfür ordusudur! Allah (c.c.) askere zorla götürülen insanın bile mazeretini kabul etmiyor, kaldı ki gönüllü olarak giden insanların durumu nicedir. Küfürde, kâfirlikde ziyadeleşmedir!

Devamını oku...

İslamda Cihad.

İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifade ile Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-manevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır.

"İman edenler Allah yolunda cihad ederler. Küfredenler de tağut yolunda savaşırlar." (Nisa Suresi, 76)
"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslam) din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın." (Tevbe Suresi, 29)
Bu ayet-i kerimeler: İnsanları insanlara köle yapan sistemleri yıkmayı açıkça emrediyor. Bütün insanlar Allah'ın kuludur. Hiç kimse kendinden uydurduğu sistemlerle Allah'ın kullarına hükmedemez. Bununla birlikte "Dinde zorlama yoktur" prensibi de mühimdir. Kulların kulluğundan kurtulduktan sonra inanç için zorlama yoktur.
Yukarıda açıkladığımız deliller İslam erlerinin benliğinde yer etmişti. Onlara niçin cihad ediyorsun diye sorulduğunda düşmanlara karşı vatanımızı korumak, İran ve Rumların bize karşı düşmanca davranışlarını önlemek, sınırlarımızı genişletmek, ganimet elde etmek için savaşıyoruz, diyene rastlanmamıştır. Onlar Allah'ın uluhiyetini yeryüzünde açıkça ilan etmek, O'nun sistemini hayata hakim kılmaya, şeytanların sistemini yıkmaya, insanları kula kulluktan kurtarmayı gaye edindiklerini söylüyorlardı.
Onlar Rebia bin Amr, Huzeyfe bin Muhsin ve Muğire bin Şube'nin İran orduları baş komutanı Rüstem'e söylediklerinin aynısını ifade ediyorlardı. Rüstem bu İslam mücahitlerinin her birisini Kadisiye savaşından üç gün önce: "Siz buralara niçin geldiniz?" diye sorduğunda şu ölümsüz cevabı almıştı: "Allah bizi yeryüzündeki insanları kullara kul olmaktan kurtarıp tek bir olan Allah'a kul etmek için gönderdi. Allah insanlara en son elçisini ve en son hak dinini gönderdi. Kim O'nun dinini kabul ederse, ona dokunmadan tekrar yurdumuza döneriz. Kim karşı çıkarsa onunla ya şehid olup cennete gidinceye kadar savaşırız, ya da galip gelip gazi oluncaya kadar cihad ederiz."
Müslüman, savaş meydanına atıyla cihada çıkmadan önce kendi içinde cihad yapar. Kendi nefsi istekleri, şehevi duyguları ve kötü istekleriyle cihad eder.. Kendi menfaatleri ve kabilesinin menfaatleri ile İslam dışı her şeyle cihada çıkar. Yalnız Allah'a kulluk fikrini gerçekleştirmek, yeryüzünde Allah'ın saltanatını gasb eden putları ve putçuları yıkmak ve Allah'ın hakimiyetini sağlamak için cihada çıkar.
İslam'ın doğrudan doğruya fertlerin vicdanına hitap edebilmesi için, maddi otorite, eski toplum düzeni gibi engelleri yıkmak ister. Önce fertleri bu maddi zincirlerden kurtarır, sonra inancı seçme hürriyeti verir. Oryantalistlerin hileli tuzaklarına kapılıp Müslümanların bu günkü halini görüp de cihad sistemini gerçek şeklinden çıkarıp onu kelime oyunlarıyla savunma savaşı şeklinde göstermeye çalışmayalım.
İslam dini kendisine hücum edenlere karşı yalnızca savunma savaşı yapmamıştır. Çünkü İslam'ın varlığı sırf "Allah'ın, alemlerin Rabbi oluşu" ilahi emrini ilan edip yeryüzünde kulları kullara kul olmaktan kurtarmak içindir. Bu varlık hiçbir insana kayıtsız şartsız hak tanımayan, bağımsız ve örnek bir topluluğun ortaya çıkışıyla kendini gösterir. Bu örnek topluma hakim olan yalnız Allah ve Allah'ın kitabıdır. İslam'ın var oluşu bu gaye için olunca tabii olarak yeryüzünde hakim olan kulların kullara kulluğu prensibine dayalı cahiliyye toplumlarını yok etmesi, onlarla mücadele etmesi, kendi varlığının bir gereğidir.
Yeryüzünde Allah'ın hükmüyle hükmeden bir topluluk oluştuğunda kendisini savunacaktır. İşte savunma ile cihad arasındaki ilgi bu durumda anlam kazanır.
İslam'ın varoluşu gereği insanları kullara kulluktan kurtarmak için her zaman önde gitmesi gerekir. Bunun neticesinde İslam'ı coğrafi sınırlar içerisine sıkıştıramayız. İslam basit ırkçılık çerçevesine de sokulamaz. İslam insanları kötülük odaklarına ve Allah'tan başkasına kulluğun pençesine terk edemez.
Eğer İslam'ı bir toplumun mezhebi, bir ırkın düzeni, bir kişinin sistemi olarak kabul etmeyip Allah'ın yeryüzüne indirdiği hayat prensibi olarak kabul edersek, neden çok çabuk bir şekilde yeryüzüne yayıldığını anlarız. Bundan başka da yayılış sebebi aramak boşunadır. İslam'ın Allah'ın uluhiyeti, kulların Allah'a kulluğu davası olduğunu unuttuğumuz zaman başka deliller aramaya ihtiyaç duyarız ki İslam'da cihadın niçin ve neden yapıldığı ortadayken hiçbir kişi başka deliller ortaya atmaya cesaret edemez.
İslam'ı, Allah'ın yeryüzünde uluhiyetini ilan ettiren, bütün varlıkları tek bir Allah'a kul edip kulları kullara kul olmaktan kurtaran ilahi bir sistem; Allah'ın hakimiyetini temsil eden bir toplum kalıbına dökülmüş sistem olarak değerlendirirsek elbette o zaman fertlerin vicdanına hitap edebilmek için siyasi, toplumsal tüm otoritelerin yıkılmasının gerekli olduğunu kabul etmek zorundayız. İslam'ı bu şekilde anlamakla, sınırlı bir toprak parçasına özgü bir sistem olarak değerlendirdiğimiz zaman tabii olarak onun cihadını kendi toprağına yapılan hücuma karşı savunma harbi şeklinde kabul etmek zorundayız.
İslam bir kavmin, bir mezhebin veya bir bölgenin sistemi olmayıp evrensel ve ilahi bir sistemdir. Bundan dolayı herkesten çok aksiyoner olacaktır. Ve insanların inanç seçme hürriyetini engelleyen tüm otoriteleri devirecektir.
İslam insanları hürriyetine kavuşturup alemlerin Rabbi olan Allah'ın uluhiyetini ilan edip kulları kullara kul olmaktan kurtarmak için harekete geçmek zorundadır. Tek bir olan Allah'a kulluk ise İslam'a göre ancak İslam düzeninin gölgesinde oluşabilir. Yalnız İslam düzeninde kanunlar Allah tarafından konulur. Yalnız İslam nizamında, kulların hakimine de, mahkumuna da, siyahına da, beyazına da, zenginine de fakirine de, haklısına da haksızına da Allah'ın hükmü uygulanır. O'nun kanunlarının huzurunda herkes eşittir. İslam'ın dışındaki sistemlerde hayata hakim olan kulların kanunlarıdır. Kanun koymak ise uluhiyetin bir özelliğidir. Her kim kafasından çıkardığı sistemleri kulların hayatına tatbik etmek isterse uluhiyet etmek istiyor demektir. İster bunu açıktan açığa söylesin ister söylemesin fark etmez. Her kim insanlara böyle sistem koyma hakkını tanırsa onların uluhiyetini kabul ediyor demektir. İster onlara ilah adını versinler, isterse vermesinler!..
İslam soyut inanç ve imandan ibaret değildir ki inançlarını yalnız açıklama yoluyla kabul ettirsin... İslam, bütün insanlığı özgürlüğe kavuşturan aksiyoner bir sistemdir. Diğer topluluklar ise sistemleri altında Müslümanları idare edebilecek kapasitede değildirler. Onun için İslam bu evrensel özgürlüğe engel olan diğer sistemleri yıkmak zorundadır. İşte "Dinin Allah için olması" budur. Onda diğer sistemlerde olduğu gibi kullara kul olmak yoktur.
Batı kültürünün baskısı altında ezilenler, oryantalistlerin oyununa gelenler İslam'ı bu şekilde anlamak istemezler. Çünkü müsteşrikler İslam'da cihadı: "Dine sokmak için fertlere zorla baskı yapmak" diye anlatırlar.
O soysuz müsteşrikler aslında bunun anlattıkları şekilde olmadığını da çok iyi bilirler. Ancak, bu yollarla İslam'ı ve İslam'da cihadın anlamını yitirmeye çalışırlar. Bizim beyinsiz papağanlar ise hemen bu suçlamayı kaldırmak için cihadı savunma harbi şeklinde göstermeye başlıyorlar. İslam'ın doğal ve asli görevlerini unutuyorlar. İslam'ın ilk hedefinin insanlığın özgürlüğü olduğunu görmek istemiyorlar. Bu bizim papağanların İslam anlayışını batılı müsteşrikler bozmuşlardır. Güya din bir vicdan meselesiymiş, İslam yalnız vicdanlara hitap edermiş, pratik hayatla ilgili değilmiş, bundan dolayı İslam için olan cihad, inançları zorla vicdanlara yerleştirmek için yapılırmış.
Halbuki İslam hiçte böyle değildir. İslam Allah'ın hayata hakim olan sistemidir. Pratik hayatın bütün ihtiyaçlarını karşılar.
İslam'da cihad: İslam sistemini getirme, İslam sistemini hayata hakim kılma fiilidir. İnanç meselesi ise bütün siyasi etkiler ortadan kalktıktan sonra evrensel İslam sisteminin gölgesinde ferdi vicdanen ikna etmeye bağlıdır. Fert ikna olursa boyun eğip eğmemekte hürdür. (Seyyid Kutub, Fizilal'lil Kur'ân)

Devamını oku...

Tevhid...

Birlik, birlemek. Allah'ın varlığını, birliğini, tüm yetkin niteliklerin kendisinde toplandığını, eşi ve benzeri bulunmadığını bilmek ve buna inanmak. Bu bilgi ve inanç en özlü biçimde "Lâ İlâhe İllallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Bu nedenle bu cümleye tevhid kelimesi (kelime-i tevhid) denir. Tevhid kelimesini manasını bilerek söyleyen ve buna inanan kişi mümin ve muvahhid adını alır.
La İlahe İllallah'ın manası:
Tek ilah'tan başka kulluk edilecek başka bir ilah yoktur. O tek olan ilah da, şeriki olmayan Yüce Allah'tır. Çünkü ibadete layık olan, ancak O'dur.
Bu kelimenin gereği, Allah'ın (c.c.) dışındaki bütün sahte ilahları reddetmektir.
Zira Allah (c.c.) dışındaki mabutların ilahlık iddiası batıldır. Çünkü O'ndan başka bir şey ibadete (dua edilmeye, emir ve yasak koymaya, nizam tespit etmeye) layık değildir.
Uluhiyetin başkaları için reddedilmesi, ilahlığı sadece ortağı olmayan Allah'a (c.c.) ait kılmayı ve O'nun yanında ikinci bir ilah edinmemeyi gerektirir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi şirk (ortak) koşmayın..." (Nisa: 4/36)
"Kim tağutu inkar edip Allah'a iman ederse, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa (La İlahe İllallah'a) yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir." (Bakara: 2/256)
"... Biz her ümmete, yalnız Allah'a kulluk etmeleri ve tağuttan da sakınmaları için Rasul gönderdik." (Nahl: 16/36)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Kim La İlahe İllallah der ve Allah'tan başka tapınılanları (ibadet edilenleri) reddederse malı ve kanı haram olur..." (Müslim, İman: 8)
Bütün rasullerin kavimlerini davet ettikleri söz şudur:
"...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur..." (A'raf: 7/59)
İbn-i Receb (Allah ona rahmet eylesin) şöyle demiştir:
"İlah; yüceliğiyle, aşk ve muhabbetiyle korku ve ümidiyle kendisine güvenilen, tevekkül edilip dayanılarak kendisinden istenilen, kendisine dua ve yakarışta bulunulan, itaat edilip isyan edilmeyendir. Tüm bunlar ancak aziz ve celil olan yüce Allah'a yaraşır."
İşte bu sebeple; Rasulullah (s.a.v.) Kureyş müşriklerine:
"La ilahe illallah" deyiniz, dediğinde müşriklerin cevabı;
"İlahları tek bir ilah mı kıldı? Gerçekten bu çok acayip bir şey" (Sa'd: 38/5) demek olmuştur.
Kelime-i Şehadet'in genel manası Allah'ın (c.c.) dışında ibadet edilenleri reddeder ve batıl kılar. Yani tağutu red ve Allah'a (c.c.) iman etmeyi gerektirir.
Tağutu reddetmek, Allah'ın (c.c.) emir ve yasağına ters düşen emirlerde bulunan kişi ve kurumları, hevayı ve şeytanı reddetmektir. "La ilahe illallah" ın manasıyla birlikte gereğini de yerine getirmek, ibadette Allah'ı (c.c.) birleyerek O'na benzer tutulanları terketmektir.
Kul, "La ilahe illallah" dediğinde; ibadette Allah'ı (c.c.) birlediğini, Allah'tan (c.c.) başkalarına, putlara, kabirlere, evliyalara ve salihlere ibadet etmenin batıl olduğunu ilan eder.
"La ilahe illallah" ın gereği, Allah'tan (c.c.) başka ibadete layık ilah olmadığını, yaratıcı, kudret sahibi ve her şeye kadir olanın Allah (c.c.) olduğunu kabul etmek, Allah'tan (c.c.) başka hiç kimsenin hakimiyet hakkı olmadığına inanmaktır. Çünkü hakimiyet yalnız Allah'a (c.c.) aittir. Kim, "La ilahe illallah" ı bu şekilde inanarak açıklarsa mutlak olarak tevhidin hakkını vermiş olur.
Allah'a (c.c.) yaklaşmak için ölülere kurban kesen, türbelerden yardım isteyen, kabirlerin etrafını tavaf eden ve adak adayanlar, Allah'ın (c.c.) yaratıcı ve her şeyin sahibi olduğuna inansalar bile, ilk Arap müşrikleri gibi Allah'a (c.c.) şirk koşmuş olurlar. Mekke müşrikleri, kabirlere ve putlara tapmadıklarını söylüyor fakat uygulamada aksini yapıyorlardı. Onlar yaratıcı ve rızık verici olduğuna inanmadıkları halde, sırf kendilerini Allah'a (c.c.) daha çok yaklaştırsınlar diye salih olduğuna inandıkları bazı kişilere ibadet ediyorlardı.
Hakimiyet, "La ilahe illallah"ın gerçek manasının tamamını değil sadece bir cüzünü oluşturur. Çünkü ibadette şirk koşan bir kimsenin, şeriatın hükmünü kabul etmesinin bir faydası yoktur. Şayet "La ilahe illallah"ın manası onların zannettiği gibi olsaydı, Rasulullah (s.a.v.) ile müşrikler arasında herhangi bir mücadele olmaz, onlar da Rasulullah'a (s.a.v.) bağlanırlardı.
Böyle bir durumda, Rasulullah (s.a.v.) onlara:
"Allah'ın varlığını ve her şeye kadir olduğunu tasdik edin. Hukuki, meselelerde şeriatın hükmüne tabi olun" der ve onları ibadetlerinde serbest bırakırdı. O zaman Allah Rasulü'ne tabi olurlardı.
Bunlar, Arap lisanının ehli olan bir kavim oldukları için "La ilahe illallah" ın putları tapmayı reddettiğini ve sadece lafzi bir mana taşımadığını anlıyorlardı. Bundan dolayıdır ki bu kelimeden nefret ederek uzaklaştılar ve şöyle dediler:
"...İlahları tek bir ilah mı kıldı? Şüphesiz bu çok acayip bir şey..." (Sa'd: 38/5)
Allah (c.c.) onları şöyle vasfediyor:
"Onlara "La ilahe illallah" denildiği zaman kibirlenirlerdi ve "mecnun bir şair için ilahlarımızı mı terk edeceğiz" derlerdi." (Saffat: 37/35-36)
Onlar, "La ilahe illallah"ın Allah'ın (c.c.) dışında ibadet edilen her şeyi reddetmek, ibadette sadece Allah'ı (c.c.) birleme manasına geldiğini çok iyi biliyorlardı.
Şayet müşrikler "La ilahe illallah" dedikleri halde putlara ibadet etmeye devam etselerdi, kendi içlerinde çelişkiye düşerek bundan rahatsız olurlardı.
Günümüzde kabirlere ibadet edenler, bu şiddetli çelişkiden hiç rahatsız olmuyor, onlar "La ilahe illallah" demelerine rağmen birçok ibadeti ölülere yapmaya devam ediyorlar.
Ebu Cehil ve Ebu Leheb, bu kelimenin manasını günümüzde kabirlere ibadet edenlerden çok daha iyi biliyorlardı. Onların bile eli kurudu!
Sonuç olarak:
Kim bu kelimeyi, manasını bilerek söyler, gereğiyle amel edip açık ve gizli şirkten kaçınırsa, ibadeti tam bir itikatla yalnız Allah'a (c.c.) has kılıp bununla amel ederse, işte o gerçek bir mümindir.
Kim "La ilahe illallah" deyip inanmadığı halde zahiren amel ederse, o da münafıktır. Kim bu kelimeyi diliyle söyler, fakat onu bozacak amellerden birini işler ve Allah'a (c.c.) şirk koşarsa o da müşriktir.
"La ilahe illallah" kelimesinden kastedilen; manasını bilip bu mananın gerektirdiği şekilde Allah'a (c.c.) ibadet etmektir.
İbadet, muamelat ve bütün meselelerde Allah'ın (c.c.) hükümlerini kabul edip, beşeri kanunları reddetmek, insan ve cin şeytanlarının revaca çıkardığı bütün hurafeleri ve bid'atleri ortadan kaldırmak bu kelimenin ameli gereklerindendir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Yoksa onların dinde Allah'ın izin vermediği bir şeyi kendileri için din gösteren ortakları mı vardır?" (Şura: 42/21)
"...Eğer siz onlara itaat ederseniz, muhakkak ki müşrik olursunuz..." (En'am: 6/121)
"...Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih'i Rabler edindiler." (Tevbe: 9/31)
Nebi (s.a.v.) bu ayeti kerimeyi okudu. Bunun üzerine Adiyy b. Hatem Rasulullah'a (s.a.v.) dedi ki:
"Muhakkak onlar, onlara ibadet etmiyorlar ki.
Rasulullah (s.a.v.):
"Onlar Allah'ın helal kıldığı bir şeyi haram, haram kıldığı bir şeyi helal kıldıkları zaman onlara itaat etmiyorlar mı?" dedi.
Adiyy b. Hatim: "Evet" deyince,
Rasulullah (s.a.v.):
"İşte böylece onlara ibadet ediyorlar." buyurdu. (Tirmizi, Tefsir: 10; Taberi: 14/210 (61632-61634); Suyuti, Durru'l-Mensur: 3/230; Beyhaki, Sünenü'l-Kübra)
Şeyh Abdurrahman b. Hasan dedi ki:
"Allah'tan başkalarına itaat etmekle alimlerini rabler edindiler. Aynı olaylar bu ümmetin içinde de vuku bulmaktadır. Bu ise en büyük şirk olup, "La ilahe illallah" ın manasını ortadan kaldırır."
Bu kelimeyi söyleyen bir kimsenin, beşeri kanunlarla muhakeme olmayı da reddetmesi gerekir. Çünkü sadece Allah'ın kitabıyla hükmolunmak, onun dışında kalan beşeri sistemleri terketmek farzdır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"... Eğer bir şeyde ihtilafa düşerseniz onu Allah'a ve Rasulü'ne götürün." (Nisa: 4/59)
"Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun hakkında hüküm vermek hakkı Allah'ındır. İşte benim Rabbim olan Allah O'dur..." (Şura: 26/10)
Allah (c.c.) kendi indirdiği şeriatle hükmetmeyenler hakkında kafir, zalim, fasık diye hüküm vermiştir. Allah'ın (c.c.) indirdiğinin dışında hüküm veren kişide iman yoktur.
"La ilahe illallah" müslümanların yaşamlarının her yönüne hakim olması gereken bir hayat nizamıdır.
Bazılarının zannettikleri gibi, sadece manasını anlamadan gereğiyle amel etmeden, sabah ve akşam virdlerinde bereket için tekrar edilen bir söyleyişten ibaret değildir.
"La ilahe illallah"ın gereklerine bağlılık, Allahû Teala'nın isim ve sıfatlarına Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.v.) bildirdiği şekilde iman etmeyi gerektirir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin. Onun isimlerinde ilhad etmeyin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir." (A'raf: 7/180)
Abdurrahman b. Hasan dedi ki:
"Arap dilinde ilhad kelimesinin manası, Allah Teala'nın isim ve sıfatları hakkında sapmaya meyletmek ve yalana yönelmektir.
Bilerek veya bilmeyerek birtakım tevillerle Allah'ın (c.c.) isim ve sıfatlarının hak olan manasını inkar etmek ve O'nu mahlukata benzetmektir."
Her kim Allah'ın (c.c.) isim ve sıfatlarını bozar, tevil eder veya kabul etmez, Celil olan manalarına delalet eden manasını ortadan kaldırırsa, Cehmiyye, Mutezile, Eş'ariler gibi La ilahe illallah'ın delaletine muhalefet etmiş olur. Çünkü ilah, isim ve sıfatlarıyla dua edilen ve vesile olunandır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"... En güzel isimler Allah'ındır. Onunla O'na dua edin..." (A'raf: 7 /180)
İsim ve sıfatları olmayan nasıl ilah olur? Kendisine ne ile ve nasıl dua edilir?" (Fethu'l-Mecid: 237-238)
İmam ibn-i Kayyım dedi ki;
"İnsanlar ahkam ayetlerinin tefsirinde ihtilafa düştüler. Fakat Allah'ın (c.c.) sıfatlarıyla ilgili ayet ve hadislerin herhangi birinde ihtilafa düşmediler, bilakis sahabe ve tabiin bu ayetlerin manasını anladılar ve gereğiyle amel ettiler.
Kur'an'da bulunan ahkam ayetlerinin manasını ilim ehlinden başkası anlayamaz, fakat sıfat ile ilgili ayetlerin manasını bütün insanlar anlayabilirler. Bundan kastettiğim mananın kefiyetinin değil de aslının anlaşılmasıdır." (İbn Kayyım el-Cevziyye, Medaricu's-salikin: 1/29-30)
"Bu konu selim fıtrat ve semavi kitaplarla bilinen bir konudur. Kemal sıfatlarını yitiren ilah, müdebbir ve rab olamaz. Bilakis eksikliği sebebiyle kendisiyle alay edilir.
Hamd, ezelde ve ebedde celal ve kemal sıfatlara sahip olana aittir. Çünkü hamd'e layık olan sadece O'dur. (Muhtasar Sevaiku'l-Mürsele: 1/10)
Allah'ın (c.c.) kemal sıfatlara sahip olduğuna ve bütün noksan sıfatlardan ve mahlukata benzemekten uzak olduğuna mutlaka inanmak gerekir." (İbn Kayyım el-Cevziyye, Medaricu's-salikin: 1/26)

Devamını oku...

Tağut ve Tağutlardan beri olmak...

Tağut
Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, puthane, kâhin, sihirbaz. Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü. Arapça "Teğa" kökünden türetilmiş olup kelimenin masdarı olan "Tuğyan" Allah Teâlâ'ya isyan etmek anlamına gelmektedir.
Allah'ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tağuttur.
Tağut, Allah (c.c)'a karşı isyan etmekle beraber O'nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu ise şeytan, papaz, dinî veya siyasî lider veyahut da kral olabilir. Bu sebepten dolayı bir insanın müslüman olabilmesi için tağutu reddetmesi gerekmektedir.
Tağut kelimesi aslında çoğul manâsı taşımaktadır. Çünkü Allah (c.c)'ı inkâr eden, bir yerine birçok tağutun kulu olur. Bunlardan bir tanesi insanı çeşitli günahlara yönelten şeytandır. Diğeri, insanı ihtiras ve arzularının esiri kılan kendi nefsidir. Kezâ karısı, çocukları, hısım ve akrabaları, ailesi, arkadaşları ve milleti ile siyasî ve dinî liderleri ve hükümetleri gibi diğerleri de bulunmaktadır. Bütün bunlar o kimse için birer tağut olur ve o kişiyi kendi arzu ve ihtiraslarına esir etmek isterler. Bu pek çok efendilerin kulu olan kimse, tatminine bir türlü imkân olmayan bu tağutlardan her birini ayrı ayrı memnun etmek hayaliyle ömrünü boşa tüketir (Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet, İstanbul 1986, I, 176)
Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de: "Andolsun ki biz her kavme "Allah'a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının " diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (en-Nahl, 16/36), "İman edenler Allah yolunda cihad ederler, kâfirler ise tağut yolunda savaşırlar" (en-Nisa, 4/76) ayetleriyle müminlere tağut hakkında bilgi vermekte ve tağuta karşı takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır. Alimler de tağut hakkında, ayet ve hadislerden çıkardıkları deliller çerçevesinde yaptıkları yorumlarla bu kavramı tefsir etmektedirler.
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymaktadırlar. Dolayısıyla da Allah (c.c)'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O halde bu rejimlerin hepsi "tağut" olarak isimlenir. Hatta kitlelere "en cazip ve hüsn-ü kabul gören bir rejim" olarak tanıtılan demokratik ve lâik rejimler de tağut hükmündedir.
Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından konulmuş ve Allah (c.c)'ın hükümlerine muhalefet eden hükümler "tağut" olarak isimlendirilirler.
Allah Teâlâ (c.c) Kur'an-ı Kerîm'de; "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tağutu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak ister" (en-Nisa, 4/60) buyurmaktadır.
Bir kişi Allah (c.c)'a, peygamberlere, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve inanmakla mükellef olduğu bütün hususlara inandığını açıklasa, fakat demokratik, lâik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat ederse o kimsenin irtidadına (dinden çıktığına) hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah Teâlâ'dan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çünkü hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah Teâlâ katında üstünlük, sadece takva iledir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ; "Şüphesiz ki sizin Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır" (el-Hucurat, 49/13) buyurmaktadır.
Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah Teâlâ'nın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda "ilahlık" iddiası içindedirler. Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akîdesinin dışına çıkıp kâfir olurlar. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de: "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar, kâfirlerdir." (el-Maide, 5/44) buyurmaktadır.
Tağutların hükümlerine göre yönetilen beldeler "Dâr'ul-Harp" durumundadırlar. Tağutun hüküm sürdüğü beldelerde yaşayan bütün müminlerin, din Allah'ın oluncaya, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilinceye kadar mücadele etmeleri farzdır. Allah Teâlâ (c.c) bu hususta; "İman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar" (en-Nisa, 4/76) buyurmakta ve müminin tağut karşısındaki yerini belirlemektedir.
Allah Teâlâ, Âdem (a.s)'dan, Resulullah'a (s.a.v) kadar bütün peygamberleri, insanları Tevhid'e, yani Allah'ın varlığına ve birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O'nun koyduğu hükümleri kabullenmeyerek kendi heva ve heveslerine göre hüküm koyma isteğinde olan "tağut"a karşı savaşmaya ve tağut kapsamına giren her şeye kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.
Nitekim Allah Teâlâ bu hususta; Andolsun ki biz her kavme, "Allah'a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının" diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (en-Nahl, 16/36) buyurmaktadır.
Bu tağutlar İbrahim (a.s) döneminde Nemrut, Mûsa (a.s) döneminde Firavun, Resulullah (s.a.v) döneminde de Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi Daru'n-Nedve'nin ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleri olduğu gibi, diğer peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen peygamberlerin getirdiği tevhid akidesini inkâr edip, atalarından kalan inançları devam ettirme inatçılığı gösteren puta tapan kavimler olmuşlardır. Günümüzde de heva ve hevesleriyle hükümler koyan ve o hükümleri insanlara dayatan meclisler, hükümetler, devletler vb. gibi kurum ve kuruluşlar da bu tağutlardandır.
Gelen peygamberler, gönderildikleri kavimleri tevhid'e çağırdılar. Tapmaya devam edegeldikleri putlarının kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar veremeyeceklerini açıkladılar. Ancak pek azı müstesna olmak üzere, çoğunluğu peygamberleri yalanladılar, hatta öldürdüler. Allah Teâlâ'ya yönelecekleri yerde, atalarından devraldıklarını ileri sürdükleri tağuta yöneldiler. Allah Teâlâ bu inkârcı kavimler hakkında; "Onlara: «Allah'in indirdiğine uyun.» denildiğinde, «Hayır, atalarımızı neyin üzerinde bulduksa ona uyarız.» dediler. Ya ataları birseye akıl erdirememiş ve doğruyu seçememiş idiyseler? (Bakara 170)" buyurmakta ve nasıl bir çıkmazda olduklarını açıkça gözler önüne sermektedir.
Tağutların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tağutlar varlıklarını korumuşlardır. Tağut, sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan bir güç değildir. Tağut, bugün de müslümanın en büyük düşmanıdır. Tağut, devlet sistemlerini, ahlâki değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tağut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana hayat hakkı tanımamaktadır.
Müslüman Allah'ın hükümleri doğrultusunda yaşamak, O'nun koyduğu hükümler dışında konulan bütün hükümleri reddetmek, İlâhlık taslayan bütün güçleri yok etmek için çalışmakla mükelleftir. Şu bir gerçektir ki, Allah (c.c)'a iman edenler, O'nun yolunda tağutla savaşmak zorundadırlar. Çünkü tağut bir mümin için her şey demek olan imanını çiğnemek, ona hayat hakkı vermemek ve Allah'ın hükümlerini iptal edip, kendi heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koymak amacındadır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de; "İman edenler Allah yolunda cihat ederler, küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar" (en-Nisa, 4/76)
Bu ayet bir müminin tağuta karşı takınması gereken tavrı en anlaşılır şekilde ortaya koymaktadır. Bir mümin; camilerinin ibadete açık olmasına izin veren, insanları dini inançlarında özgür bıraktığını iddia eden rejimlere karşı çok dikkatli olmak zorundadır. Bugün bu rejimler, İslâm dünyası için büyük bir tehlike arzetmektedirler. Bu rejimlerin hepsi tağuttur. Çünkü apaçık ortadadır ki Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemektedirler. İnsanları kendi heva ve hevesleri doğrultusunda çıkarmış oldukları hükümlerle idare etmektedirler. Allah'ın hükümlerini, ortaçağ insanına hitab edebilen, sınırlı, bugünün gelişen ve düşünen insanının gerisinde kalmış hükümler olarak kabul etmektedirler.
Bir mü'min, tağutu, yani Allah Teâlâ'nın emirleri ve yasakları ile çatışan nefsini, diğer şahısları, önderleri, rejimleri ve ilkeleri red etmedikçe, hakimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun düzeni olan İslâm nizamına ait olduğunu kabullenmedikçe imanın sembolü olan tevhid kulpuna yapışamaz. Allah Teâlâ bu konuda da şöyle buyurmaktadır: "Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tağutu inkâr edip de Allah'a (O'nun kanunlarına) iman ederse, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa sarılmıştır. Allah işiten ve bilendir." (Bakara, 2/256)
Dolayısıyla insanlar için iki yol vardır. Birincisi: Allahu Teâlâ (c.c)'ya iman etmek ve her türlü ilişkileri (hayatını) İslâm'ın hükümlerine göre değerlendirmek; ikincisi, tağuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamak!.. Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir. İnsanlar kendi iradeleri ile, bu iki yoldan birisini tercih etmekte serbesttirler. Buna "Kesb" (kendi kazancı) denilir. İmam Taftazânî, "İnsanların sevap ve mükâfat almaya, ceza ve azab görmeye esas teşkil eden ihtiyari fiilleri vardır." (Taftazanî, Şerhu'l Ahaid, İstanbul 1980, s. 196) diyerek, bu konuda herhangi bir zorlamanın olmayacağına işaret etmiştir.
Allahü Teâlâ'nın hükümlerini bir kenara bırakarak, Tağut'un huzurunda muhakeme olmak ve onun hükümlerine boyun eğmek, küfrü tercih etmek demektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye, boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar Tagut'un huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki Tağut'u inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardı" (en-Nisa 4/60) buyurulmuştur. Bu ayette Tağut'un hükümlerine boyun eğen ve kalben razı olanların, iman iddialarının boş olduğu ifade edilmektedir. İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde "Allahü Teâlâ Tağut'un hükümlerine kalben teslim olanların iman iddialarını red etmektedir" diyerek, meselenin özüne işaret eder (İbn Kesir, Tefsir, Beyrut 1969, I, 519). Tağutî güçler; Allahu Teâlâ'nın arzında, O'nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilâhlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak mücadele etmek farzdır. Bununla ilgili olarak, "İman edenler; Allah Teâlâ'nın yolunda cihat ederler. Küfredenler ise, Tağut yolunda savaşırlar. Öyle ise; şeytanın dostlarıyla (Tagut güçlerle) savaşınız. Şüphesiz ki, şeytanın hilekârlığı zayıftır" (en-Nisa, 4/76) buyurulmuştur. Bir mümin Tağutî güçlerle mücadele etmenin farz olan bir ibadet olduğunu bilmek mecburiyetindedir. Bu Kelime-i Tevhid'in tabii bir sonucudur.
Allahû Teâlâ'nın hükümlerine karşı tuğyan eden siyasi otoriteler insanları, dalaletin karanlığına doğru çekerler. Hem bu dünyada, hem de Ahirette işkenceye ve azaba uğramalarına sebep olurlar. İslâm dininin hükümlerini inkâr eden bütün ideolojiler Tağut hükmündedir. Kur'an-ı Kerim'de; "Allah, iman edenlerin velisidir (yardımcısıdır). Onları karanlıktan (kurtarıp) nura çıkarır. Küfredenlerin velisi ise Tağut'tur. O da kendilerini nurdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. Onlar (Tağut ve ona tabi olanlar) Cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedi kalıcıdırlar" (el-Bakara, 2/257) buyurulmuştur.
Günümüzde Allahü Teâlâ'nın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, "Hakimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır" sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasi otoritelerin Tağut hükmünde olduğu asla unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler "Tağuti" özellikleri taşırlar. Kelime-i Şehadet getiren ve günde beş vakit ezânı dinleyen her mükellef bu mahiyeti asla unutmamalıdır. İnsanları Tağutî güçlere karşı mücadeleye teşvik etmeyen ve bu uğurda gayret sarfetmeyen kimseler ne kadar ilim sahibi olursa olsunlar, kat'iyyen âdil ve müslüman değildirler. Olsa olsa onlar ancak Bel'âm'dırlar. Dolayısıyla onların fetvaları ile amel edilemez.
Devamını oku...

Din...

Kıyamet'te herkese dünyada yaptıklarının karşılığının verilmesi, "Eğer siz ceza görmeyecek (din kökünden: "Medînin") olsaydınız..." (el-Vâkıa, 56/86) âyetinde olduğu gibi "iyi ya da kötü karşılık" anlamında; şâirin, "Ebediyyen onun da benim de "din''im bu mudur?" sözünde olduğu gibi "âdet ve alışkanlık" anlamında;
"Filan kimseler kurallara boyun eğmezler (lâ yedinûne)" denirken ve hadis-i şerifte geçen: "Akıllı kişi nefsine hâkim olandır (dâne)" şeklindeki kullanımında "itâat, zillet ve bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek" anlamlarında; başkalarını idare etmek üzere görevlendirilen birisinden: "Deyyentuhu'l-kavme" diye söz edilirken de "Egemenlik, mülk, hüküm (yönetim, yargı), gidiş, idare" anlamında kullanılmaktadır.
Ayrıca: "Tevhid; Allah'a ibadetin her türlüsü: yalın manasıyla millet; verâ ve vasiyet; bir şeye zorlanmak; aziz veya zelil olmak; itaat etmek; asi olmak; iyi ya da kötü bir şeyi alışkanlık haline getirmek anlamına gelmektedir. (el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü'l-Muhît, Beyrut 1407/1987, s. 1546; Ebu'l-Hasen İbn Sîde, el-Muhassas, Beyrut (t.y.), XVII, s. 155-156; Ebu'l-Beka, el-Külliyyât, Âmira 1287, s. 327; Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihâl, Beyrut 1395/1975, I, s. 38; Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî, Kur'an'a Göre Dört Terim, "Din" Bahsi; Aynı Müellif, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, Çev: Dr. N. Ahmed Asrar, Ankara 1983, t, s. 300 vd.)
Arapça bir kelime olarak "dal, ye, nûn" harflerinden meydana gelen din sözcüğü, söyleyiş şekli değişmeksizin Türkçe'ye girmiştir. Kelime, gerek İslâm öncesi Arapça'sında gerekse Kur'ân ve Sünnet'te oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabiî bir sonucu olarak da din sözcüğü İslâm tarihi boyunca, bütün çeşitliliğiyle ve farklı oranlarda yoğun olarak, kaynaklarda, ilmî ve edebî eserlerde, sözlü ve yazılı anlatımda, İslâmî ilimlerin anahtar terimlerinin en başında yer almıştır.
Aynı kökten gelen ve Yüce Allah'ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan "ed-Deyyân", yapılan işlerin karşılığını veren, kahreden, yani istediğine zorlayan, egemen, hikmetle yöneten, hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren demektir. İbn Sîde, a.g.e. XIII, 155; el-Fîrûzâbâdî, a.y.; Mecdü'd-Dîn İbnu'l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadis, Beyrut 1399/1979, II, 148)
"Mütedeyyin" ise, Allah'ın dinine teslim olan, itaatkâr, öldükten sonra hesap ve cezaya inanan kimse demektir. (Şehristânî, a.g.e., I, 38)
Istılah Olarak Dinin Anlamı: "Yüce Allah'ın, kullarının kendisi vasıtası ile hakka ulaşmaları için peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah'ın koyduğu hükümler" anlamındadır. Bu anlamıyla din hem inanç konularını hem de amelî konuları kapsamaktadır. Her peygamberin getirdiği "millet" hakkında da kullanılabilir. Allah'tan geldiği için (Allah'ın dini şeklinde) Allah'a; Peygamber tarafından tebliğ edildiği için (Peygamber'in dini şeklinde) peygambere; ona uyup bağlandıkları için de meselâ "Müslümanların dini" şeklinde ümmete izafe edilebilir. (Râgıp el-Isfâhânî, el-Müfredat fî Garîbi'l-Kur'an, Kahire 1381/1961 s. I 74; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn, Kalkutta 1862'den İstanbul 1404/1984 tıpkı basım, I, 503)
İbn Teymiyye de terim olarak "din"i şöyle açıklamaktadır: "İslâm, İman, İhsân diye ifade edilen her üç kademe, "din"in kapsamı içerisindedir. Çünkü sahih hadiste de belirtildiği gibi Hz. Cebrail gelip bu konularda soru sorarak cevaplarını aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "O, Cebrail'di. Size dininizi öğretmek üzere gelmiştir. Böylece o, bunların hepsinin "din"inizin kapsamına girdiğini açıklamış oluyor. " Din ile Allah'a itaat ve ibadet ettiği için "Allah'ın dini" denilir. Kula izafe edilmesinin sebebi ise itaat edenin o olmasıdır." (Mecmû'u Fetâvâ İbn Teymiyye, XV, 158)
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi; "din", ıstılah olarak tanıtılmak istenince; genelde "hak din" ve "son din" olan İslâm tanıtılmak istenmiştir. Bunun en önemli sebebi olarak Allah katında geçerli tek din'in İslâm olması (Ali İmrân, 3/19, 85) gösterilebilir.
Bu tariflerden anlaşıldığı üzere hak din'in diğer bir ifade ile "İslâm"ın temel birtakım özellikleri vardır:
İslâm dini ile İslâm şerîatı aynı şeylerdir. Dolayısıyla İslâm dışı bütün dinler birer şerîat ve her şerîat da bir dindir; ancak bunlar Allah katında makbul değildirler.
Din, irade sahibi akıllıları muhatap alır.
Din, Allah tarafından insanların faydasına konulmuştur. Allah tarafından konulmamış bir din kabul edilmez.
Din, insanı dünya ve Âhiret'te kurtuluşa götürür. Dolayısıyla bunu gerçekleştiremeyen dinler, Allah'ın kulları için öngördüğü din olamaz. Yalnız dünyaya yönelik tez ve düzenlere sözlük manâsı itibariyle "din" demek mümkündür. Ancak, bunların Âhireti hesaba katmamaları, yani laikliği veya materyalizmi esas almaları daha ilk adımda Allah'ın dininden uzaklaşmalarını kaçınılmaz kılmaktadır. Dünyayı tümüyle hesaba katmayan salt ruhânî ve dar ibadet kalıplarını aşmayan "ruhbanlık" türü yaklaşımlar da "hak din" olamaz.
Din, "teslimiyet"i, "iman"ı ve "ihsan"ı birlikte içerir. Dolayısıyla Hak Din'de insanlar bütün kâinatın boyun eğdiği, gökteki ve yerdeki her şeyin teslim olduğu Allah'a teslim olurlar. (Âli İmrân, 3/83) Bu dinde müminler kâinatın kendisine teslim olduğu gerçek Rabb ve İlâh olan Allah'ın bildirdiği gayb'a inanılmasını emrettiği şeylere iman ederler; bu imanlarının gereği olarak hayatlarını Allah'ın şerîatına göre düzenleyerek teslimiyetlerini ifade ederken, kendileri Allah'ı görmeseler dahi, Allah'ın kendilerini görmekte olduğu şuuru ile Rab'lerine ibadet ederler.
Kur'ân-ı Kerîm'de "Dîn": Din'in terim manası bu olmakla birlikte Kur'ân ve Sünnet'te kelimenin kullanılmasını tetkik ettiğimiz takdirde, sözlük anlamlarının birçoğunu da kapsayacak şekilde ele alındığını kolayca tespit edebiliriz.
"Borç" anlamına gelen ve "din" kelimesi ile aynı harflerden oluşan "deyn" kelimesini ve onun türevlerini bir kenara bırakacak olursak; "din" ve türevleri Kur'ân-ı Kerîm'de: doksanbeş defa tekrarlanmaktadır.
"Din" kelimesinin çeşitli şekillerde yer aldığı âyet-i kerimeleri, manalarına göre bir sınıflandırmaya tabi tutarsak:
Mutlak Olarak Din: İtaat, Boyun Eğme, İbadet: 2/193; 3/5, 24, 73, 85; 7/29; 8/39; 9/29, 33, 16/52; 29/65; 30/30; 39/2, 3, 11; 40/14, 65; 42/13; 48/28; 61/9; 98/5.
Kıyamet ve Ceza (Karşılık) Günü: 1/4; 15/35; 24/25; 26/82; 37/20; 38/53, 78; 51/6,12; 56/56, 86; 70/26; 74/46; 82/9,15,17,18; 83/11; 95/7.
Allâh'ın Dini, İslâm, Tevhîd: 2/132, 193, 217, 259; 3/5, 19, 83; 4/46, 146; 5/3, 54, 57; 6/161; 7/29; 8/39, 49, 72; 9/11,12;19/29, 33, 36, 122; 10/22, 104, 105; 12/40; 16/52; 22/78;24/55; 29/65; 30/30, 43; 31/32; 33/5; 39/2, 3, 11, 14; 40/14, 65; 42/13, 21; 48/28; 60/8, 9; 61/9; 98/5; 107/1 ; 110/2; 109/6.
Kanun, Hüküm, Şerîat: 2/217; 3/73; 12/76; 22/78; 24/2; 40/26; 42/13, 21; 49/16; 98/5;107/1;109/6.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelimenin hangi manalarda kullanıldığını örnekleriyle açıklamaya çalışalım:
el-İsfâhânî, din'i: "İtaat, ceza (karşılık) demek olup şerîat hakkında istiâre yoluyla kullanılmıştır. Din, mana itibariyle millet'e benzemekle birlikte, şerîata bağlılık ve itaat demektir" diye tarif ettikten sonra, çeşitli manalarına örnek olmak üzere birtakım âyetleri kaydetmektedir.
Ona göre, Ali İmrân 19 ve en-Nisâ 125. âyetlerindeki "din" kelimesi "itaat" anlamınadır. "Ey kitab ehli! Dinlerinizde aşırılığa gitmeyin." (en-Nisâ 4/125) buyruğu ise, dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olan İslâm Dini'ne uymak için bir teşviktir. el-Bakara sûresinin "Din'de zorlama olmayacağını" hükme bağlayan âyet-i kerimesinde de (2/256) maksat "itaat"tir; Çünkü dîne bağlılık ancak "ihlâs" ile olabilir. "İhlâs" ile "zorlama" ise, birbirine aykırı hallerdir. Âli İmrân sûresi, 83. âyetinde yer alan: "Onlar, Allah'ın Dini'nden başkasını mı arıyorlar?" buyruğundaki "din"den kasıt ise İslâm'dır. Sad, 38/85, el-Feth, 48/28, es-Saf, 61/9, et-Tevbe, 9/29, en-Nisâ, 4/125 âyetlerinde de aynı şekilde "İslâm" kastedilmektedir.
Vâkıa, 56/86. âyette geçen "Medînîn" kelimesi, "amellere karşılık" manasınadır. (Rağıb el-Isfâhânî, el-Müfredat, 175)
Dâmeganî'ye göre "din", Kur'ân-ı Kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:
1. Tevhîd: "Allah katında yegane geçerli olan din İslâm'dır." Âli İmrân, 3/19 âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Ez-Zümer, 39/2, er-Rum, 30/30 ve Lokman, 31/32. âyetleri de aynı anlamdadır.
2. Hesap: "Onlar din (Hesap) gününü yalanlarlar" el-Mudaffifin, 83/11, es-Saffat, 37/53, ve el-Vakıa, 56/86'da olduğu gibi.
3. Hüküm ve Yargı: Yusuf, 12/76'de "Melik'in dîni"; "Melik'in hüküm ve yargısı" demektir. en-Nur, 24/2'de "Allah'ın Dini" buyruğu da Allah'ın hüküm, yargı ve kanunu manasındadır.
4. Bizzat dinin (yani hayatın her alanında kabul edilen inanç, egemen düzen, kişisel ve toplumsal ilişkiler, eşya ve kâinat münasebetleri, değer yargıları v.s.'nin) kendisi.
Eksiksiz ve tam haliyle Allah'ın dini, İslâm: et-Tevbe 9/33,es-Saf 61/9, el-Feth. 48/28'de olduğu gibi.
5. Millet: el-Bey'yine, 98/5'de olduğu gibi. (el-Hüseyin b. Muhammed ed-Dâmeğanî, Kâmusu'l-Kur'ân, Beyrut 1983, 178-179)
Mevdûdî, Kur'ân-ı Kerim'de "din" kelimesinin anlamına ayırdığı incelemesinde şunları söylüyor: "...Bu bakımdan "din" kelimesinin "Kur'ân-ı Kerim'de eksiksiz bir düzeni ifade ettiği görülür. Söz konusu bu düzen şu dört unsurdan meydana gelir:
1. Hâkimiyet ve yüce egemenlik.
2. Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğmek.
3. Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî düzen.
4. Bu düzene uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfat veya karşı gelmek halinde isyan etmeye verdiği ceza."
(Mevdûdî, Kur'ân'a göre Dört Terim, s. 103)
İslâm: İlâhî düzen ve ulûhiyet tektir, şu halde kulluk da tek yeredir. Bu uluhiyete teslim olduktan sonra, insanoğlunun ne ruhunda ne de dış hayatında Allah'ın hükümranlığından başka bir şeyin eseri kalmaz. Uluhiyet tektir, öyleyse tek bir cihet vardır, tek bir akide vardır: Allah'ın rızasına uygun olarak kullarından kabul ettiği akîde, yani açık, berrak ve halis tevhid akîdesi ki, o da Allah indinde din olan İslâm'dır.
O İslâm ki, yalnız dâva, yalnız dirayet, yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan eden tasavvur, yalnız şahısların namazda, hacda, oruçta eda ettikleri vecibelerden ibaret değildir. İslâm, teslimiyettir, itaat ve tabiiyettir, Allah'ın kitabının kulların hayatına hâkim olmasıdır. Bugün 'biz müslümanız' deyip de Allah'ın kitabı ile hükmetmeye çağırıldıkları zaman ondan yüz çevirip arkalarını dönenler de ehl-i kitab'a benzemektedirler. Zira onlar da dîni insanların günlük hayatına, ekonomik, sosyal, hatta ailevî ilişkilerine sokmayı lüzumsuz sayarlar. Bunlar, ileri sürdükleri bu iddialar ile birlikte müslüman olduklarını söylemekten de geri kalmazlar. Hiçbir dînî esasa dayanmayan bu gaflet ile ehl-i kitab'ın ileri sürdüğü zan ve iddiaların farkı yoktur. Her iki grup da dînî esaslardan sıyrılmakta farksızdırlar. Halbuki bu dînin birtakım ayırıcı özellikleri vardır ki, onlar olmayınca din de olmaz: Allah'ın şerîatına itaat, Allah'ın Rasûlü'ne uyma, Kitabullah'ın ahkâmına teslimiyet. İşte tevhîd akidesinin gerçeği bunlardır. Ayrıca din, beşer hayatının tanzimi için teşrîi kanunları da tazammun eder. Dînin gayesi sadece ahlâkı güzelleştirmekten, vicdanî şuuru uyandırmaktan, ibadet ve inançtan ibaret değildir. Böyle bir din olamaz. Din, Allah'ın insanoğlu için tespit ettiği bir hayat programıdır, insan hayatını yaratıcının yoluna bağlayan ve Allah'ın kudret eliyle çizilen bir hayat nizamıdır. Allah'ın dinine iman eden müslüman, Allah'tan bu dinin şahitliğini talep eder. Bu dine, insanların açıkça göreceği ve onlara güzel bir örnek teşkil edecek tarzda hakkıyla bağlanmalıdır. Kâinatta mevcut olan diğer bütün nizamlara ve teşkilâtlara karşı bu dinin üstünlüğüne ve yüceliğine iman etmeli, kendi nefsini, meselesini ve hayatını canlı bir şekilde Allah'ın çizdiği bu programa tahsis etmelidir. Onlar, cemiyet ve ferdin dayanağını Allah'ın kudret elinden çıkan o yüce programa oturtmayıp, böyle bir cemiyet meydana getirmedikçe şahit olamazlar. Müminler İlâhî programı tahakkuk ettirmeye mecburdurlar. İşte bu, Allah yolunda ölümün, yani ilâhî dinin ortaya koyduğu ve bizzat yaşamaktan daha hayırlı telakki ettiği şehadetin ta kendisidir... Müslüman olduğunu iddia eden her insan üzerine, "Bizi Şahit olanlarla beraber yaz." niyazı (Âli İmrân, 3/53) Allah ile akdedilen bir bey'attır. Her mümin dînî bir hayatın ihyası ve toplumun huzur ve refahı arzusuyla bu ilahi nizamı gerçekleştirmek için cihad etmek zorundadır. Bunu yapmıyorsa ya şehadetinde yalancıdır veya bu dinin gaye edindiği şehadetin zıddını yapmak gayretindedir. Mü'min olduklarını iddia ettikleri halde, insanları Allah'ın dininden uzaklaştıranların vay haline!
İşte bütün bu manâlarla İslâm Allah katında yegane dindir. Bütün peygamberlerin Allah'tan getirmiş oldukları en üstün nizamdır. Yüce Allah, insanları kullara ibadetten kurtarıp Allah'a ibadet ettirmek için peygamberleri vasıtasıyla bu dini göndermiştir. Allah şahittir ki, bundan yüz çevirenler müslüman değildirler. "Allah indinde hak din, İslâm'dır. "
Hiç şüphe yok ki, Allah'ın dini tektir. Bütün peygamberler o dini getirmişlerdir. İslâm'a sırt çevirenler bütün dinlere sırt çevirmekte ve Allah'ın ahidlerinin bütününe ihanet etmiş olmaktadırlar. İslâm ki, yeryüzünde -Allah'ın tek nizamıdır- mevcudatın temel kanunudur. Varlıklar dünyasında bütün canlıların dini aslında İslâm'dır.
Sünnet'te Din 
Hadis-i şeriflerde de "din" kökünden türeyen kelimeler çeşitli tip ve anlamlarıyla kullanılmıştır. (Bk. el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elgazi'l-Hadîs... II, 163 vd.; 165 vd.)
Hadis-i şeriflerde "din" kelimesi değişik anlamlarda kullanılmıştır:
1. Boyun eğmek, itaat ve ibadet etmek: "Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah'a) ibadet ettirendir." (Tirmizî, Kıyame, 25; İbn Mâce, Zühd, 31) Bu hadis-i şerifde geçen "dâne"nin "hesaba çeken" manasına geldiği de söylenmiştir.
Hz. Peygamber'in: "Kureyş'ten, söyledikleri takdirde bütün Araplar'ın kendilerine boyun eğecekleri bir tek söz söylemelerini istiyorum." (Tirmizî, Tefsir, Sûre, 38, Bab 1; Ahmed b. Hanbel, I, 237) buyruğu da aynıdır.
2. İnanç ve ibadet: "Kureyş ve onlar gibi inanıp ibadet edenler (dâne, dinehum) Müzdelife'de vakfe yaparlardı." (Buhârî, Tefsir, Sûre 3, Bab 35; Müslim, Hac, 151) Yani bununla, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden kimseler kastedilmektedir.
3. Hayır olsun, şer olsun karşılık:
"Nasıl davranırsan, öyle karşılık görürsün. " (Buhârî, Tefsir, Süre 1, Bab 1)
4. Kahretmek, mecbur etmek: Egemen ve hâkim Allah'ın "ed-Deyyan" ismi bu anlamdadır. (Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Garîbu'l-Hadis, Beyrut 1396/1976; Haydarabad, 1385/1966'dan tıpkı basım, III. 134-136; Mecdu'd-Din İbnu'l-Esîr, en-Nihâye -fi Garîbi'l-Hadîs, Beyrut 1399/1979, II, 148-149)
"Din"e yakın Kavramlar: Bundan önceki açıklamalardan "din"e yakın birtakım kavramların bulunduğu ve bunların da hem Kur'ân'da, hem Sünnet'te kavram olarak önemli bir yer tuttukları anlaşılmış olmalıdır. "Din" gibi oldukça önemli bir kavramın daha iyi anlaşılabilmesi için bu kavramlara da kısaca bir göz atmakta fayda görülmelidir:
Millet: Aslında yazdırmak anlamına gelen "imlâ"dan gelmektedir. İzlenen "belli yol" manasına da gelir. Peygamberler şerîatı ümmetlerine yazdırdıkları ve bu konuda peygamberler arasında ihtilaf olmadığından "şeriat" manasına kullanılmıştır:
"Küfür tek millettir." sözünde olduğu gibi 'bâtıl" hakkında da kullanılabilir. (Tehânevî, a.g.e., II, 1346) Fîrûzâbâdî, el-Kâmus'da: "Millet, şerîat veya din demektir." (s. 1367) derken, Râğıb el-Isfâhânî: Millet, anlamı itibariyle din'e benzemektedir. Aralarındaki fark şudur: Millet, ancak Peygamber'e izafe edilir:
"Atalarım İbrahim'in, İshak'ın, Yakub'un milletine uydum." (Yusuf 12/38) Millet kelimesi çoğunlukla peygamberlere izafe edilerek kullanılır.
"Allah'ın milleti", "Zeyd'in milleti" gibi terkipler yapılmaz. Millet, Âhiret'te Allah'ın mükafatını almak için peygamberler aracılığıyla gönderdiği şerîatın adıdır." der. (el-Isfahânî a.g.e., 471-472; Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328)
Şerîat: Şer', sözlükte suya giden yol demektir. "Şerîat" da aynı anlamdadır. İslâmî bir kavram olarak ise; Yüce Allah'ın koyduğu ve -ister bir amelin keyfiyeti ile ilgili olsun, ister itikadı ilgilendirsin- herhangi bir peygamberin ondan getirdiği hükümlerdir. Şerîat'a "din" ve "millet" adı verildiği de olur. Şerîat, kendisine itaat edilmesi bakımından "din"; dikte edilip yazılması bakımından "millet"; belirlenmiş bir yol olması bakımından da "Şer" ve Şerîat'tır. (et-Tehânevî, a.g.e., I, 759-760)
Ebu'l-Beka, "din" kelimesine yakın terimlere dair açıklamalarından sonra aralarındaki farka şöylece işaret etmektedir: "Çoğunlukla bu lâfızların biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir. Bu bakımdan bunlar bizzat bir olmakla birlikte mana itibariyle birbirinden farklıdırlar. Çünkü Peygamber'den sabit olan özel yola uyulması açısından "tarîk" (yol); gereğince dinlenmesi, bağlanılması (iz'ân) gereği açısından "iman"; onu teslimiyetle kabul gereği açısından "İslâm"; ona bağlanmanın karşılığının verilmesi açısından "din"; dikte ettirilip yazılmacı ve etrafında toplanılması açısından "millet"; susayan kimseler onun tatlı suyundan gelip içtikleri için "şerîat"; bir diğer adı "en-Nâmûs" olan Cebrâil'in vahiy yoluyla onu getirmiş olması açısından da "en-Nâmûs" adı verilir." (Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328)
Din, Millet, Mezheb kelimeleri arasındaki farka gelince; Din Allah'a, Millet Rasul'e, Mezheb de Müctehide nisbet edilir. (Şerif el-Cürcânî, et-Tarifat. "Din " mad.)
Din Koyucu Kim Olabilir?: "Din" in sözlük anlamını göz önünde bulundurduğumuz takdirde, insanların ferd ya da toplum olarak uydukları düzen, benimsedikleri gidiş ve izledikleri yol gibi bir mana da ihtiva ettiğini görürüz. İzlenen bu yol ve benimsenen bu düzen yalnızca ferd sınırında kalmadığı gibi, dünya hayatını aşarak Âhiret'i de; insanlığın kendi aralarındaki ilişkileri de aşarak çevresindeki varlıklarla her türlü münasebetini etkilemektedir. Kendisinin ve başkalarının davranışlarını, tutum ve faaliyetlerini, konumlarını hem belirlemekte hem de bunları değerlendirmesini sağlayan değerleri ve ölçüleri eline vermektedir.
Din'in genel olarak mahiyeti bu olunca, ister Allah tarafından gönderilmiş olsun, ister beşer kaynaklı olsun her bir düzen ve sistem bir "din''dir. Yani aynı zamanda bütün ideolojiler, ...izm'ler, ve doktrinler de birer dindir. Bunların yalnızca dünya ile ilgili tezler olarak kendilerini sunmaları ve âhiretle, dinle, inançla ilgili olmadıklarını ileri sürmeleri, yani temelde "laik" olduklarını belirtmeleri onların aşağılamak, mahkum etmek ve hayatın dışına itmek için gayret gösterdikleri "din"den -sözlük anlamıyla da terim anlamıyla da- başka bir şey olmadıklarını göstermektedir. Bunlar birer "dinsizlik dini"dir.
Bu beşerî doktrinler, ideoloji ve düzenler, aslında İslâm'ı mahkum etmek için gerekçe olarak gösterdikleri "bağnazlık"ların en ileri türlerini sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü bağnazlıklarla birçok cinayetlerin işlendiği doğrudur. Ancak modern dünyanın çağdaş ve cahilî dinleri olan doktrinler ve ...izm'ler uğruna işlenen cinayetler, zulümler ve katılıklar, geçmişte işlenen ve "din"i mutlak manada itham etmek için araç olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı mıdır? Sömürgecilik uğruna Kapitalizmi, Emperyalizmi, Komünizmi, Siyonizm'i yerleştirmek ve güçlendirmek için işlenmiş "modern cinayetler" ve "çağdaş bağnazca tutumlar" mı insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir, yoksa genel olarak bütün dinleri ve bu arada da yegane hak din olan İslâm'ı mücadelenin dışında tutmak, saf dışı bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde durulmak istenen, hak dinin sapması sonucu ortaya çıkan cinayetler mi?
Bu sözler, bâtıl adına işlenen cinayetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen şudur: İnsanlık, dini tanımadığını ileri sürerken bile "bir düzene uymak" anlamında bir din'e mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken kendisi gibi yaratıkların ortaya koymuş olduğu, fakat hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen, sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani "din"lere bağlanmakta, boyun eğmektedir. Daha açık bir ifade ile çağdaş dünya dininin ilahları sermaye patronları, bankerler, sanayiciler, şarkıcılar, artistler, sporculardır... Mabetleri ise bankalar, fabrikalar, stadyumlardır... Kullar ise her yere çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen, istenilen şekilde yönlendirilebilen insan yığınlarıdır.
Açıkça anlaşıldığı gibi durum şundan ibarettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen, aynı zamanda belli bir hayat görüşünün bir yansıması, bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir şekil arkasında ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş yatmaktadır. Meselâ Materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki belli birtakım görüş ve yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal, siyasal ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında eşya ve kâinat hakkındaki yorumlara, dolayısıyla sunduğu düzene "İnanılmasını" yani bir inanç olarak da kabul edilmesini- bizim deyimimizle bir "din" olarak algılanmasını sağlamak için de başkalarını ikna etmeye özel bir çaba harcamaktadır.
İşte aslında insanlığa belli bir hayat ve kâinat anlayışını ve yorumunu sunan, bu yolun esası üzere de insanlar arası ilişkileri -her türlüsüyle- düzenlemeye çalışan her bir sistem -adı Komünizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Milliyetçilik, Budizm, Hıristiyanlık ya da başka bir şey olsun -aynı zamanda- bir inanç düzenidir, yani bir "din"dir.
Bu yorum ve açıklamaların Kur'ân-ı Kerim'in "din" için getirdiği yoruma aykırı olmadığı, aksine tam uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yukarıda değişik vesilelerle atıfta bulunduğumuz birçok âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koymaktadır: Yüce Allah, Rasûl'ünü hidayetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak üzere "hak din" ile göndermiştir. (et-Tevbe, 9/33; el-Feth, 48/28; es-Saff, 61/9), Allah katında yegane geçerli din İslam'dır. (Âli İmrân, 3/19) İslâm'dan başka bir din arayan kimsenin bu dini, ondun kabul edilmeyecektir ve o, Âhiret'te hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Âli İmrân, 3/85)
İşaret ettiğimiz bu âyetlerden ve daha başkalarından açıkça anlaşılmaktadır ki, İslâm'ın dışında başka dinler de vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır. İnanılıp uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak dinler de vardır.
Buna göre insanların benimsedikleri, inandıkları, düşünüş ve yaşayışlarını hemcinsleriyle ve çevrelerindeki eşya ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri her bir düzen, sistem, ideoloji ve doktrin bir "din"dir. Buna "din" adının verilmesi ile verilmemesi arasında bir fark yoktur. Hatta Allah'a ya da bir veya birçok ilâha inanmaları ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları ya da açıklamamaları, bazı davranışlarına "ibadet" adını verip vermemeleri dahi durumu değiştirmez. Çünkü dinlerde asıl olan bir "inanç düzeni" ile bu düzene göre şekillenen bir hayat anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı olarak bir "yaşayış düzeni"nin varlığıdır. Bunun söz konusu olamayacağı hiçbir "hayat düzeni" bulunamayacağına göre, insanlık için -bu manasıyla- din dışında kalabilen bir hayat esasen düşünülemez demektir. Bu gerçek aynı şekilde İslâm âlimlerinin de gözünden kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri ve mezhebleri incelediği el-Milel ve'n-Nihal adlı eserinde açıkça şunları söylemektedir:
"Dünyada çeşitli din ve mezhep mensupları ve hevâ ve nihle (fırka, mezhep) sahipleri pek çoktur. Aralarında İslâmî fırkalar da vardır; yahudi ve hıristiyanlar gibi indirilmiş kitapları olduğu kesin olarak bilinenleri de vardır; mecusîler ile maniheistler gibi kitap indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk felsefeciler, dehrîler (zamandan başka maddeyi etkileyici bir faktör tanımayan materyalistler), yıldızlara tapanlar, putperestler ve brahmanistler gibi bir takım hüküm, değer ve tanımları olup da Allah'tan indirilmiş bir kitabı olmayanları da vardır." (Şehristânî, a.g.e., I, 37)
Görüldüğü gibi her bir dünya, hayat ve kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak değerlendirilmiştir ve öylece değerlendirilmelidir. Durum böyle olduğundan dolayı; yani -hatta bu tür bir iddia ile ortada olan laik düzenler için dahi- din dışı bir hayat mümkün olamaz.
Dinin kavranması için şu iki soruya cevap verilmelidir:
1. Din, her halukârda hayat için kaçınılmaz ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir?
2. İstenen mükemmellikteki bir dini kim ortaya koyabilir?
Bu iki soruyu cevaplandırmak gerekirse şunlar söylenebilir:
İnsanın belli bir yapısının ve bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin söz konusu olduğu herkes tarafından bilinir.
İnsanın, görünen ve duyularımızla algılayabildiğimiz maddî yapısının hatta bu varlığının en küçük diliminde dahi kendisini gösteren varlığını tartışılamaz ve inkâr edilemez kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına egemen olan, ona yön veren bir manevî varlığının da bulunduğunu görüyoruz.
O halde insanlık için mükemmel bir dinin, insanın hem maddî hem de manevî yapısını göz önünde bulundurması ve bunların her birisini -ayrı ayrı ve bağımsız cüzlermiş gibi değil- bir bütünün unsurları olarak değerlendirmesi bütüne yani insana kazandırdıkları ahenk ve dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan ve bu yapıya uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din insanı kuvvetli olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle, istidatlarıyla, kabiliyetleriyle, imkânlarıyla, kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla ele alabilen bir dindir.
İnsan, tek başına, çevresiyle, hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi sınırlarını aşmayan bir varlık değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek diye birşey düşünülemez. O dünyaya geldiği andan itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya ve kâinat ile ilişki halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve sorunlarla karşı karşıya kalır:

Ben neyim? Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Benim bu kâinat içerisindeki yerim neresidir? Bu kâinat ile ilişkilerimde uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa istediğim gibi hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa bunlar neler olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tespit edebilirim? Ailemle içinde yaşadığım toplum ve bütün insanlara karşı sorumluluğum nedir? Onlarla ilişkilerimde bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa nelerdir? Ben onlara, onlar da bana karşı bir haksızlık yaparsa ya da görevlerimizde kusurumuz olursa buna karşı alınacak tedbirler var mıdır, nelerdir, bu tedbirleri kimler alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü ilişki nasıl ve kim tarafından belirlenecektir? Bu ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir?
Yani insanın hem eşya ile ilişkisi, hem de insan olarak ferdî, ailevî toplumsal, ekonomik, siyasal ve ahlâkî ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından belirlenmelidir? İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara doğru ve tatmin edici cevaplar vermesi kaçınılmazdır.
İnsanın, kendinden başkaları ile ilişkiler kurduğu âlem sırf bu görünen dünya değildir. Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa şevk ve ihtiyaç meyli vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata, düşman ortam ve düzenlerde yetişen kimselerde dahi fıtratın bu eğilimi küllendirilebilse bile tümden yok edilemez.
Peki insan denen bu varlığı ve kâinatı en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat kendisinden de bu kâinatı müstağni kılmayan varlık kimdir? O nasıldır? O'nu tanımanın yolu nedir? O'na karşı görev ve sorumluluklarımız nelerdir. Biz O'nun için neyin ifadesiyiz? Bizden istekleri var mı? Bize karşı davranışlarının, muamelesinin esasları nelerdir?
Evet, mükemmel bir dinin, yani insanın hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar vermesi kaçınılmazdır.
İnsan, yani selim fıtrata sahip; sapıklığı, isyanın ve günahın kirletmediği fıtrata sahip insan, bu dünya hayatının sınırlılığından, darlığından, yetersizliğinden rahatsız olur. Çünkü insan hak sahiplerinin her zaman haklarını alamadığını, haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde cezalandırılmadıklarını, zaman zaman yaptıklarının yanlarında kâr kalabildiğini görmektedir. Bu böyle ise, adil ve hakkaniyete bağlı kalmanın faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur ki, kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir. Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adaletin gerçekleşmesi, mazlumun hakkını alması, insanların birbirlerine "kurtluk ve orman kanunlarıyla" ya da "tilkilik" mantığıyla değil de, "en az o da benim kadar haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşittir" mantığıyla davranacakları toplumsal ahlâkî bir düzenin kurulması, ferd ve toplum vicdanında bunun yer etmesi...
İnsan kendi ferdî hayatında bunların, hatta emarelerinin dahi gerçekleştiğini göremeyebilir. Buna rağmen bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu uğurdaki çalışmaları eğer eksik kalacaksa, boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa onun bu yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında bu dünyanın "ötesi"ne inanma ihtiyacı vardır ve sağlıklı bir fıtrat, mutlaka bu ihtiyacı karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel bir "din" fıtratın bu ihtiyacını da karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr bir şekilde cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel bir şekilde çözebilmelidir.
Şimdi, ikinci sorunun cevabını aramaya geçebiliriz:
Bu mükemmellikteki dini kim koyabilir?
Kur'ân-ı Kerim'in bu konuda bize verdiği cevaplar, gösterdiği deliller, tartışılamayacak ve reddedilme ihtimali bulunmayan güçlü delillerdir. Bu deliller o kadar açıktır ki, hiçbir şekilde görmezlikten gelinemezler.
Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan anlaşıldığı gibi, insan hayatını yönlendiren, hayatına egemen olan her bir düzen "bir din" olduğuna göre ve aslında "din"in insanın belli nitelikteki sorularını cevaplandırmak, sorunlarını çözmek iddiasında bulunduğuna göre, bu keyfiyetteki bir "din''in koyucusu kim olabilir veya kim olmalıdır? Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'in bize verdiği cevaplar gerçekten dikkate değerdir. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Yaratan, yarattığının yapısına en uygun yolu gösterendir:
"Herşeyi yaratıp düzene koyan, onu takdir edip ona yol gösteren... O en Yüce Rab'binin adını tesbih et." (el-A'lâ, 87/1-3)
Rablerinin kim olduğunu soran Fir'avn'a Hz. Mûsa'nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: "Bizim Rabbimiz herşeye hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir." (Tâ-Hâ, 20/50)
Aynı cevabı Hz. İbrahim kendisiyle tartışan Nemrud'a söylemişti. Nemrud krallığının aynı zamanda insanların hayatını düzenlemek yetkisini kapsadığını kabul ettiğinden, kendisini de uyruğunu da Allah'ın dinine tâbi olmaya davet eden Hz. İbrahim'e karşı çıkmış bu konuda onunla tartışmak cüretini göstermişti:
"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim'le mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: Benim Rabbim diriltir ve öldürür deyince O: Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. İbrahim de: Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir' deyince, kâfir, şaşırıp kalmıştı." (el-Bakara, 2/258)

Devamını oku...