Sayfalar

21 Şubat 2014 Cuma

DEMOKRASİ VE SEÇİMLER (Oy Kullanma Şirki)


 Müslüman ferd kendi lehine aleyhindeki hükümleri bilmekle mükellef olan müslümanlar ülke
gündemini bir hayli meşgul eden seçimler hakkında da konumlarını bilmek durumunda ve net tavırlarını göstermek zorundadırlar.

Evet, seçimlere katılmanın hükmü nedir?

Müslümanım diyenler seçimlere katılabilirler mi ; katılamazlar mı?

 

 Öncelikle göz önünde bulundurulması gereken husus şudur ki, bizler hayata bakış açısından kaynak olarak Kuran ve Sünnet  bilir bunlardan çıkarılabilecek hükümlerle hareket ederiz. Bunlardan başkasını aramıyoruz, arayanlarsa derin bir sapıklık içindedir. Bulup buluşturdukları kendisinden Kabul edilmeyecek ve dahi cehenneme götüren bir pasaportu olacaktır. Demokraside temel şey, insanlar tarafından kanunlar çıkartmak ve buna göre onları bu kanunlara göre yönetmektir. Bu kanunları çıkartacak ve uygulayacak kimseleri halka seçtirirler. Hem de bunu uygularken baskı yaparak seçime insanların gitmesini zorlarlar.

 Böylece insanlar hürriyetlerini serbestçe kullanmış olurlar.!!

Türkiye’de diğer Batı devletleri gibi bu uygulamaları yapmaktadır. Her zaman seçim oluyor, fakat Atatürk ilkeleri ve Batı temel kanunları değişmiyor. Bunları değiştirmeye kalkışmak yasaktır. Öyleyse Yılmazı seç, yada Baykal’I seç,Tayyib'i seç ,Çilleri seç, ya da Erbakan’ı seç veya başkalarını seç değişecek bir şey yoktur. Çünkü aynı ilkelere ve temel kanunlara bağlı kalıp bunlara göre icraat yapacaklar.

Demokrasi denilen hayali fikir için (sandığa giderek) demokrasiyi uygulamaya çalışacak, buna göre kanun çıkartacak kimseleri seçmek İslam’a taban tabana zıttır. İslam’da seçim vardır, fakat bu seçim İslam’ı uygulayacak Halife içindir. Halife ALLAH’ın kitabı ve Rasulünün sünnetini uygulamak ve dünyaya İslamiyeti taşımak için ummet tarafından seçilir ve bunun üzerine ona biat verilir. Medine halkı İslam’a girdikten sonra Resulullah’ı kendileri için bir yönetici olarak kabul ettiler başka ifadeyle ona biat ettiler. Raşidi Halifelerin hepsi ummetin rızasıyla ve biatlarıyla yönetime geçtiler. Ayrıca Şu'ra ve meşveret Halife ve yöneticileri hesaba çekmek, düzeltmek için ümmetin vekilleri ümmet tarafından seçilir. Vilayetlerde valiye şikayetlerini, görüşlerini ve isteklerini iletmek üzere Vilayet meclisleri, Vilayet halkları tarafından seçilir. Burada önemli olan İslam hükümlerini uygulamaktır. Demokrasi de önemli olan insanların arzularını yerine getirmektir, seçim her iki sistemde de birer üsluptur. Bundan dolayı seçime gidilir. Fakat, demokrasilerde kanunları çıkartacak ve uygulayacak kimseleri seçmek için sandığa gitmek haramdır. ALLAH’a ve Rasulüne inanıp böylesi seçimin manasının ne olduğunu kavrayan Müslüman seçime gitmez. Aksi takdirde dünyada ve ahirette onun akıbeti pek vahimdir.

 

 Çünkü yüce Rabbımız şöyle buyuruyor.

 "Onlar hala cahiliyye hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inananlar için ALLAH’ın hükmünden daha güzel hüküm koyacak kimmiş?” (Maide 50)

 

 "Yoksa bunlar kesin olarak inanmamışlar veya inandıklarını iddia mı ediyorlar.”Sana ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağuta muhakeme olunmak istiyorlar. Tağutu inkar etmeleri kendilerine emredildiği halde, Tağutun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa 60)

 

 Cahiliyye ve Tağut hükümleri ALLAH’ın hükmü dışındaki her hükümdür. Beşerin ve şeytanın çıkardığı hükümdür. Bu nedenle gerçek mümin olabilmeleri için şu şartı koştu.

“Rabbine and olsun ki aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmazlarsa ve verdiğin hüküm hakkında içlerinde hiç bir sıkıntı bulunmadan bu hükme tam teslimiyet göstermezlerse mu'min olmazlar." (Nisa 65)

 

 Dilerseniz günümüzde yapılan seçimlerin manasını vererek başlayalım Bu işlem: Demokratik sistemin yasama kurumu olan parlamentoya üye seçimidir. Yani insanların toplumsal yaşantılarında, bireylerin birbirleriyle, devletle, sosyal, ekonomi ve siyasî işlerinde uyacakları kuralları, hükümleri, ölçüleri, emir ve yasakları, kanunları belirleyen kurumun üyelerini seçme işidir. İslâmi açıdan bunun anlamı şirk’tir. Yani "Hüküm ancak ALLAH’a aittir" hakikatına terstir. İnsanların yaşantısına hüküm koymakta, ya ALLAH’ı hiçe saymak ya da O’na ortak koşmak demektir. İşte bu seçime katılmak bir takım insanları milletvekili sıfatı ile bu şirki işlemeye itmek demektir. Bu o kişiye yapılabilecek en büyük kötülük ve zulümdür. Zira o kişi, parlamentonun komisyonlarına katılarak veya genel kurul oylamalarına katılarak yasama faaliyetlerine ALLAH’ın hükümranlığını hiç kabul etmeyip milletin egemenliğini esas kabul eden mevcut anayasanın çerçevesinde katılarak şirk işlemine, curmune isteyerek ya da istemeyerek ortak olur. Zira ALLAHu Teâla şöyle buyurdu:

 

“Ayetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zalimler topluluğu ile oturma.” (En’am: 68)

 

“O, Kitabda size indirmiştik ki; ALLAH’ın ayetlerini inkar edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle beraber oturmayın, yoksa sizde onlardan olursunuz. Elbette ALLAH, munafıklar ve kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisa: 140)

 

 Görüldüğü gibi ayet-i kerimelerde ALLAHu Teâla, ALLAH’ın ayetlerinin inkar edildiği ya da alaya alındığı yani hükümlerinin hiçe sayıldığı yerlerde tepkisizce oturup kalmayı kesinlikle nehy ediyor. Çağdaş şirk sistemlerinden biri olan demokratik sistemin yasama organı olan parlamentoda ALLAH’a karşı en büyük isyan, ŞİRK, cürüm işleniyor.

 

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi ile “hüküm (egemenlik) ancak ALLAH’a aittir” hakikatı inkar edilerek “millet” ilah yerine konuluyor. Böylelikle ALLAH ya inkar ediliyor ya da O’na küstahça şirk koşuluyor. Küfür ve şirk elbette ki ALLAH katında en büyük curumdur, zulümdür, tağutluktur, sapıklıktır, cahiliyyedir. İşte bununla ilgili bazı ayet-i kerimeler:

 

“Hüküm ancak ALLAH’ındır. O da, kendisinden başkasına kulluk yapmamanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 40)

 

“Aralarında ALLAH’ın indirdiği ile hükmet-yönet ve onların arzularına uyma. ALLAH’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına dikkat et. Eğer (ALLAH’ın hükümlerinden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) ALLAH ancak günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların bir çoğu da zaten fasıktırlar (yoldan çıkmışlardır). Yoksa onlar cahiliyye (İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükmü bakımından ALLAH’tan daha iyi kim vardır?” (Maide: 49-50)

 

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? zira onlar tağutla (ALLAH’ın indirmediği sistemlerle) yönetilmek istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) inkar etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa60)

 

“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan antlaşmazlık hususunda seni (şeriatı) hakem kılıp sonra da verdiğin hükme (şeriatın hükmüne) içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 65)

 

“Kim ALLAH’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Maide: 44)

 

“Kim ALLAH’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide: 45)

 

“Kim ALLAH’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar fâsıkların ta kendileridir." (Maide: 47)

 

“Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür.” (Lukman: 13)

 

 Bu ayet-i kerimelerin ışığında görüldüğü gibi ALLAH’ın indirdiği ile yönetmemek, ALLAH’ın indirdikleri hükümlere rağmen hükümler, yasalar ortaya koyarak insanları yönetmeye kalkmak gerçekten en büyük isyandır, zulumdür, küfür ve şirktir.

İşte demokratik sistemin yasama organında yapılan da budur. Kur’an da ALLAH'ın(cc) bize talim ettirdiği Velayet ve Beraet adlı iki nurlu kavramla kafirlerle ilişkimizi kesmemiz ifade edilmiştir. Şu cümlede ifade edilenler için çeşitli polemiklere girecekler elbette olacaktır. Amma ve lakin ne ifade ettiğimizi onlarda gerçekten iyi biliyorlar. Bütün bu partiler İslam esasları üzerine kurulmadıkları gibi fikirleri, metodları İslam değildir. Bundan dolayı İslami partiler değillerdir, yani küfür partileridir. Çünkü bu partiler; üzerine kurulu oldukları esaslar, benimsedikleri fikirler, fikirlerini yürürlüğe koyacakları metodları ve gerçekleştirmek istedikleri hedefleri bakımından baştan sona küfürden ibarettir ve İslam üzere kurulu değildir.

 Kaldı ki bütün bu partilerin İslam esası üzerine kurulu olmadıkları, İslam’la herhangi bir ilgilerinin bulunmadığı ve hedeflerinin İslami hedefler olmadığı gerçeği Türkiye’deki halktan saklı değildir.

 

 Siyasi partiler kanununun 86. maddesinde açıkça şöyle belirtilmiştir:”Siyasi partiler,Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar“ (SİYASİ PARTİLER KANUNU – 86 NOLU MADDE)

 

 

İşte demokratik parlamento seçimlerinin anlamı, şer'î hükmü ve bunun karşısında Müslüman’ın takınması gerektiği tavır budur. Böylesi seçimlerde tavrımız ne olmalıdır? diyen kimse eğer bunda samimi ise, bu şer'î hükmü ve tavrı alır ve gereğince amel eder. Yani “işittik, itaat ettik” der. “İşittik, isyan ettik” diyenlerden olmaz.   ALLAH’ın hükmü karşısında akıl, mantık yürütmeye kalkmaz. Bilakis Nisa suresi 65. ayet-i kerimesinde belirtildiği gibi şer'î hükmü içinde bir sıkıntı duymaksızın alıp tam teslimiyetle uygular.
Devamını oku...

23 Mayıs 2013 Perşembe

Günümüz Cahiliye Toplumu

Günümüz, aktif cahili toplumu; İslâm aydınlığından mahrum, bünyesi şirkle dolu, fesadın her yeri kapladığı, fuhuş, zina, sınırsız arzular, kin, önüne geçilemez mal ve servet hırsı, benlik, nefret, içki ve alabildiğine insanı ürküten insanlık dışı hayatın tüm unsurlarına sahiptir. Bütün bunlara, tahrif edilmiş dinleri, dinleştirilen mezhepleri, bağnaz sofizmin mistik duygu...ları da eklendiğinde, ortaya çıkan manzara tam anlamıyla kaostur. Böylece toplumların, kitlelerin aptallaştırıldığı, kendi elinin neticelerine karşı çıkan, reddettiklerini alkışlayan ucûbe bir millet görüyoruz…

İslami olma iddiasında bulunulması suretiyle, birtakım İslâmi motiflerle süslü, ancak vahiy ile bağdaşmayan düşünce ve pratiklerin sahiplenilmesi ise, problemin daha da sıkıntılı bir hal almasına sebep oluyor. Demokratik, laik, çağdaş, liberal v.s gibi süslü laflarla toplumlar köleleştiriliyor… uyutuluyor…

Demokrasi. Şuursuz kalabalıkların yönetimi. Bu kuru kalabalığın, her türlü köleliği kendisine reva gördüğü sistem. Egemenliğin cehalete teslimi. Efendiler tarafından ayaklara vurulan prangaları, kendi elleriyle kafalarına vuranların sistemi… “Buyurun sırtımıza binin! Sizi taşıyalım efendim!” diyenlerin düzeni…Demokrasi, arzulanan hak ve adaleti tesis edebilmekten uzak, kadın, müzik gibi araçlarla insanların şehevi dürtülerini tatmin edip putlaştıran ve putlarını da (çareyi tüketmeyip) hoşnut edenlerin yönetimi… Bir avuç kendini seçtirmiş imtiyazlıların ve despotların çiftliği… Şuursuz çoğunluğun destek ve iştirakiyle rasyonelleştirdiği, koyun sürülerine bile reva görülemeyecek sistem…

Hiçbir akıl sahibi, kaynağı Allah (c.c.)’ye itaate dayanmayan, çoğunluğun her zaman hak üzere olacağını söyleyemez. Allah (c.c);

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.” (En’âm 116)

“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.” (Yusuf 106)

Kapitalist, demokratik sistemler, kitleleri aptallaştırmış, düşünmekten alıkoymuştur. Böylece pasifize edilmiş fertleri de, hayatın en zelil ve aşağılık halini yaşarlar.

Bunların içinde de hiç kuşkusuz en zelilleri, kendilerini İslâm’a nisbet ettikleri halde, İslâm’ın hakimiyeti için en ufak bir endişe bile duymayan, İslâm dışı batıl ve cahili hayat tarzlarını destekleyen, seven, işbirliği yapan, hatta onların fetva makamı olan, sistemin açmazlarında denge unsuru olarak kendilerine başvurulan kafirlerdir. Maalesef bazılarıysa, kendilerinin tâğûti sistemden beri olduklarını söyledikleri halde, kafirlerle velâyet bağı kuranları bu kez kardeş kabul ederek onları vahdetlerine (!) iştirak ettirirler.

Allah (c.c)’yü yaratıcı olarak kabul ettiği halde, hükmedici olarak kabul etmemek veya hükmün bütünüyle Allah’a ait olduğunu askıya almak, yani sıfatlarından kimini kabul ederken kimini de kabul etmemek, Rabbimiz (c.c)’nün, putperestler olarak nitelendirdiği müşriklerle aynı olmak demektir. Geçmiş kavimleri ve İslâm öncesi cahiliye dönemi insanını müşrik yapan unsurun, Allah (c.c)’yü inkar etmeleri olmadığını görmüştük. Onları müşrik yapan sebep; Allah (c.c)’yü göklerin hakimi kabul ettikleri halde, yerdeki hükümranlığını kabul etmeyişleriydi. Hükümranlıkta pay istemeleri, akıllarına ve nefislerine uymayan hükümleri reddetmeleriydi. Bu ise, kendi nefislerini ilah edinmiş olmalarıydı. Oysa;

“O, göklerde ve yerde tek Allah’tır. Gizlinizi, açığınızı bilir. (Hayır ve şerden) ne kazanacağınızı da bilir.” (En’âm 3)

“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür.” Hadid 5)

“…Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf 40)

Meseleye bu perspektiften baktığımızda, geçmiş kavim ve dönemler ile günümüz cahiliyyesinin tek millet olduğunu görüyoruz. Ancak; günümüz cahiliyyesinde artık kendi yaptıkları putlara, öyle alışılageldiği gibi bir tapınma yoktur. Birçok toplumda kendi oluşturdukları, sistemlerini, düşünce ve ekollerini sembolize eden bayrakların, marşların ve çeşitli sembollerin önünde neredeyse tapınmaya varan bir tazim söz konusudur. Bu bir kutsama, ululaştırma halidir.


Özel putlar ise; payeler, makam-mevki, araba markaları, giyim kuşam kalitesi, oturulan semt ve tüketim toplumlarının her yeni gün değişen emtiasıdır.

Hakkın yerini kuvvet, Lât ve Uzzaların yerini de adayış ve ibadet kasdıyla gidilen, dua edilerek kurbanlar kesilen mekan ve mezarlıklar almıştır. Kendilerini aynı sıfatlarla tanımlayanların ise, daha farklı isimlere sahip putları vardır.

Bu kutsanıp ululaştırılanların adı, Lât, Uzza, Menât, ve sair genel ve özel tanrılar (putlar) değildir. Artık bunların adı, hem dini literatüre girmiş birtakım kelimeler olup İslâmi manalar taşıyacak, hem de şirk dininin putlarının işlevini yapmış olacak şeylerdir. Şeyhler, ermişler, veli ve abdallar… Mezarlar, mabedler, kutsanmış bölgeler, şifa veren eller, çocuk veren kemerler, evlendiren kayıncaklar daha neler neler… Kısacası büyük tanrının yaverleri mesabesindeki küçük tanrı ve tanrıçalar. Yani pagan toplumların, adına Müslüman dedikleri aptal yığınlar…

Günümüz cahiliyyesinde, şunlar Allah için, şunlar da ortakları olan putlar için diye taksimat ta yok. Çünkü, artık pagan toplumların bile duydukları o kaygıya sahip değiller. Sadece, mistik duyguları tatmin için Allah’a ayrılan bazı zaman ve mallar var. Zamanın en aktifi, en verimli çağı, malın en güzeli, en göz alıcısı olan dünyalıklar, kendilerine, heva ve heveslerine, hoşnut etmek için çırpındıkları putlarına ayrılırken, atıl kalınan vakitler, üretken olunmayan saatler, dünyalıklardan alıkoymayan zamanlar, göz yummadan alıcısı olunmayan mallar, firavun sofralarından arta kalanlar ve daha nice angaryalar ise, Allah’a bırakılıyor. Bunların içinden de işe yarar görülenler, dünyalıklara aktarılırken, nefis için ayrılan dünyalıklardan ise, Allah için sarf etmekten, mal, can, nefes tüketmekten bahsedilemez. Rabb Teâlanın, “… Ne kötü hüküm veriyorlar” (En’âm 136) buyurduğu “Ortakları için ayrılan (ki günümüzde kendi nefsini merkeze koyan insanın kendini putlaştırmasıdır.) Allah’a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor!” (En’âm 136)

Sanat ve ilerleme adına da, kendi yapıp kendi taptıkları, şiirleri, kitap ve resimleri, söz ve şarkıları vardır. Artık Ukaz, Zü’l Mecâz ve Mecenne’leri yok; ancak, her türlü çirkefin sergilendiği festivaller, şenlik ve kutlama haftaları vardır.

Artık adına, Mev’ude (Mev’ude kız çocuklarının diri diri gömülme adetidir) dedikleri adetleri de yoktur. Kız çocukları cinsiyetinden ötürü toprağa diri diri gömme vahşetinin yerini, şimdi Feministlerin savunuculuğunu yaptığı doğum kontrolleri almış. Doğacak çocuğun cinsiyetini beklemeye bile gerek bırakmayan, adına kürtaj dedikleri mev’udeleri vardır. Fal çekmeler, ok atmalar öyle geçmiş ibtidai usullerle yapılmıyor. Çağdaş toplumun mitosları; fallar, burçlar, şans ve talih oyunları artık ilerici(!) basın-yayın, TV, kumar otelleri, ilerici demokratik devlet elleriyle organize ediliyor. Bunların birçoğu cahili işlevinden ötürü adına medya denilen (aptal kutusu v.s.) sektör tarafından yerine getiriliyor.

Kabilelerarası savaşların yerini, müstekbirlerin sömürülerini garantiye almak için mustaza’aflara karşı yaptıkları sıradan savaşlar almıştır.

Tarihte ki Zü-Nüvas’ların ve Fayton’ların Yahudi vahşetini sergileyip inananları ateş çukurlarında yakma işinin, diri diri toprağa gömme işinin ve evlenen kızları ilk gecesinde kendi yanlarında alıkoyma vahşetinin yerinde şimdi güçlünün güçsüze reva gördüğü her tür zulüm için kullanılan, paranın baskı gücünü görüyoruz.(*)

Şuayb (a.s)’ın kavminin ölçüyü tartıyı eksik tutması, -ki bu halleri helak sebebi oldu- üçkağıtçılığı ve aldatmayı beceri haline getiren günümüz ticaret erbabının yanında dürüst kalmaktadır.

Artık evlere işaretler bırakarak yapılan zina da yok. Diskotekler, pavyon ve barlarda o işler serbestçe yapılır olmuş. Koca, bir kadınla beraber olurken, karısı da bir başka erkekle birlikte oluyor.
Lût (a.s)’ın kavminin, kadınları bırakıp erkeklere yaklaşması, şimdi Avrupa’da “She and She” ve “He and He” gösterileriyle savunulmakta ve toplumun her kesiminde yaygınlaşmaktadır. Hatta şimdilerde batı toplumunun büyük bir kesiminde normal bir hal olarak karşılanmaktadır. Yaptıkları iğrençliklere “Lûtilik” veya “Dayzen” isimlerini vermiyorlar, ancak bu iğrençlikleri yeni isimler ve tanımlamalarla daha yaygın bir halde işlemekteler.

“Onun için sen Bizi anmaktan yüzçeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere yüz verme! İşte onların erişebilecekleri bilgi budur. Şüphesiz ki senin Rabbin, evetO, yolundan sapanı daha iyi bilir; O, hidâyette olanı da çok iyi bilir.” (Necm 29-30)

buyuran Allah azze ve celle; “İşte bu ilk uyarıcılardan bir uyarıcıdır.” (Necm 56)

diye son ve kesin uyarıyla korkutup, geçmiş kavimlerin helaklerine sebep olan şeylerin çok daha fazlasını hatta tümünün sapıklıklarını üzerlerinde topladıkları halde böylesi insanların helak edilmeyişlerinin sebebini de;

“Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.” (Fatır 45) diye bildirmektedir.
--------------------
*Zü-Nüvas'ın asıl ismi Tübban'dır. Yahudi dinini kabul ederek Yusuf adını almış ve zulme başlamıştır. Kur'an'da zikredilen Ashab-ı Uhdud'dan maksad Zü-Nüvas ve tebasıdır. Onbinlerce insanı ateş çukurlarında yakmıştır. Zü-Nüvasın ismi Fayton olarak tarihe geçmiştir. Yahudi başkanıdır. (İslâm Öncesi Arap Tarihi. N.Çağatay. s.95)
Devamını oku...

20 Mart 2013 Çarşamba

Şeytanın Tuzakları


Hak batıl mücadelesi, tarihin her döneminde bütün şiddetiyle kıyasıya bir şekilde devam ederek günümüze kadar gelmiş, kıyamete kadar da aynı şiddetiyle devam edecektir. Yüce Rabb’imizin bildirdiği bu gerçeği, günümüzde çok açık bir şekilde yaşamaktayız. Tevhidi gerçekler, Hak batıl mücadelesinin her dönemimde vahyi esaslar doğrultusunda ortaya konulurken ve hiçbir şekilde değişmemiş ve değiştirilmemişken, batıl, her dönemde değişik isimler altında ve değişik metotlarla ortaya çıkmıştır.

Hak mücadelesinde yer alan Müslümanlar, Tevhidi esaslardan hareket ederek Allah yolunda mücadele ederlerken, batılı temsil eden küfür, şirk, fısk ve nifak cephesi temsilcileri, heva ve heveslerinden, beşeri sistemlerin kanun ve kurallarından hareket ederek şeytanın yolunda mücadele ederler.

“İnananlar Allâh yolunda savaşırlar, inkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytânın dostlarıyla savaşın, çünkü şeytânın hilesi zayıftır.” (Nisa, 76)

Yüce Allah’ın indirdiği vahyi esaslar, Hak batıl mücadelesinin her döneminde kendisine iman edenlere yol göstermiş, onları batılı yol edinen şeytanın temsilcilerinin tuzaklarından korumuş, nasıl hareket edecekleri ile ilgili olarak onlara tavsiyelerde bulunarak yol göstermiştir. Risalet önderleri ve onları takip eden Tevhid erleri, hiçbir dönemde ve hiçbir şartta vahyi esasların dışında hareket etmemiş, karşılaştıkları bütün baskı, şiddet ve eziyetlere rağmen üzerinde bulundukları Hak yoldan sapmamışlardır.

“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (inam etmek) değildir. Asıl birr, (inam etmek) o dur ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan(köle ve esir)lere verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır ve işte muttakiler de onlardır.”  (Bakara, 177)

Tevhid eri Müslümanlar, ister kalabalıklar içerisinde olsunlar, isterse tek başlarına kalsınlar, mutlak anlamda vahyi esaslardan hareket ederler ve hiçbir zaman Tevhidi esasları, kendi hevaları ile karıştırarak Hakkı batıla bulaştırmazlar. Çünkü onlar, iman ettikleri ve hayat prensiplerini düzenleyen Kur’an’ın emirleri doğrultusunda hareket ederler ve Kur’ani uyarıya kulak verirler.

“Bile bile gerçeği bâtılla bulayıp hakkı gizlemeyin.” (Bakara, 42)

“Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; seninle beraber tevbe edenler de (doğru olsunlar), aşırı gitmeyiniz! Zira O, yaptıklarınızı görmektedir. Sakın zulmedenlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım edilmez.” (Hud, 112-113)

Allah’ı dost, vahyi esasları kendisine kılavuz edinen günümüz Müslümanları da, şeytan ve şeytanın insan cinsinden olan yardımcılarının bütün tuzaklarına karşı, tarihi süreçte mücadele eden Tevhid erleri gibi Sünnetullah’ta cari olduğu üzere vahyi esaslar doğrultusunda hareket ederler ve hiçbir şekilde ve şartta bundan vazgeçmezler. Müslümanlar, hayatlarının belli bir bölümünde ya da mücadelelerinin herhangi bir aşamasında vahyi esasların bir bölümünün bırakılmasının ya da bu esasların dışında hareket edilmesinin küfre ve şirke girilmesine neden olacağını bilirler. Bu yüzden de Müslümanlar, her konuda azami dikkat sergilerler.

Müslümanlar, Rab’lerine karşı olan görev ve sorumluluklarından kendi nefislerine karşı olan sorumluluklarına, ibadetlerinden davet görevlerine, siyasetlerinden ticaretlerine, evliliklerinden sosyal ilişkilerine, komşu haklarından anne ve baba haklarına kadar hayatın her alanında Tevhidi esaslara riayet ederler. Müslümanlar, herhangi bir sorunla karşılaştıkları zaman bu sorunu, iman ettikleri Kur’an’a ve bu Kuran’ın pratik hayatı olan Rasulullah (as)’ın Sünnetine götürürler. Çünkü onlar için yegane ölçü, Allah ve Rasulüdür.

“Allâh ve Rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 36)

Allah ve Rasulü, vahyi esasları kabul eden Müslümanların hayatlarını ilgilendiren her konuda hüküm vermişler, Müslümanların, bu hükümleri -hevai hiçbir şey katmadan- kabullenmelerini istemişlerdir. Çünkü bunun dışındaki her yol sapıklıktan başka bir şey değildir. O halde Müslüman olan bir kimse, tüm düşünce, söz ve davranışlarını, iman ettiği vahyi esaslara ve bu esasların en güzel uygulaması olan Peygamberi uygulamaya uygun düşünmek, konuşmak, yapmak zorunda olduğu gibi, edindiği bütün bilgi ve duyumlarını da bu esasa uygun almakla mükelleftir.

Ancak ne acıdır ki, bugün Müslüman oldukları, Kur’an okudukları iddiasında olan bazı kimseler, ellerinde Kur’an gibi şaşmaz bir kılavuz bulunduğu halde, birçok konuda ya kendi arzularına göre hareket etmekte ya da şeytanın insan cinsinden olan yardımcılarının tuzaklarına kapılmaktadırlar. Her iki durumda da kişi, şirke düşmekte, şeytanın tuzaklarına düşmektedir. Oysa yüce Allah (cc), şeytanın apaçık bir düşman olduğunu, iman edenlerin ondan sakınmalarını istemektedir.

“Ey Âdem oğulları, ben size and vermedim mi: Şeytâna tapmayın o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın doğru yol budur diye? O, sizden birçok kuşağı saptırmıştı. Düşünmüyor muydunuz?” (Yasin, 60-62)

Şeytan (aleyhillane), ya insana vesvese vererek, kendi arzularını ön plana çıkarmasını sağlayarak onu hevasına tabi kılar, ya da insan cinsinden olan şeytanın temsilcileri olan kişilerin ortaya koydukları beşeri sistemlerin kanun ve kurallarından hareket etmesine neden olur. Her iki halde de insan vahyi esasları bulandırmış, Allah ve Rasulünün verdiği hükümlerin dışına çıkmıştır.

Her dönemde olduğu gibi, zamanımızda da şeytanın temsilcileri, fikri bazda üstesinden gelemedikleri, engelleyip durduramadıkları Tevhid eri Müslümanları, çeşitli karalamalarla ve iftiralarla durdurmaya, Tevhidi esasları karıştırmaya çalışmışlardır. Bunların fitne saldırılarına karşı ancak vahyi esaslar doğrultusunda hareket eden Müslümanlar karşı çıkabilir ve bu Müslümanlar bu fitnecilerin fitne tohumlarından etkilenmezler.

Şu Kur’ani bir gerçektir ki şeytan ve temsilcileri, yüce Allah’ı ve O’nun indirdiği esasları inkâr ederek Tevhid eri Müslümanların karşısına çıkmaz, insanlara inkârcı bir tavırla fitne vermezler. Tam aksine onlar, Kur’an’da da açık bir şekilde belirtildiği üzere, yüce Allah’ın ortaya koyduğu doğru yol üzerinde oturarak, tıpkı ataları ve liderleri şeytan (aleyhillane) gibi sureti Haktan görünerek fitne tohumlarını, insanların dimağlarına atmaya çalışırlar.

Şayet şeytan (aleyhillane)’nin yüce Allah’a karşı verdiği sözü hatırlanırsa, şeytanın günümüz temsilcilerinin Müslümanlara kurdukları tuzaklar çok daha bilinecek ve bunların tuzaklarından daha iyi korunulacaktır. Aksi halde şeytani tuzaklara her an düşülebilecektir.

“Öyle ise, dedi, beni azdırmana karşılık, Yemin ederim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra (onların) önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” (Araf, 16-17)

“Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim: hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allâh'ın yaratışını değiştirecekler! Kim Allâh'ın yerine şeytânı dost tutarsa, muhakkak ki açık bir ziyana uğramıştır.” (Nisa, 119)

“Şu benden üstün yaptığını gördün mü (nesi var onun ki onu benden üstün kıldın)? Andolsun, eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini, pek azı hariç kökünden koparıp sürükleyeceğim! dedi.” (İsra, 62)

Şeytan(aleyhillane), insanları saptırmak için çeşitli metotlar denemektedir. Bunlar:

1- Şeytan(aleyhillane), doğru yol olan Allah’ın Hak yolu üzerinde oturmakta ve sureti Haktan görünmektedir. Şeytan (aleyhillane), insanları saptıracağını söylerken, yemin ederek söylediği şu ifade çok önemlidir: “Yemin ederim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.”

2- Şeytan her yandan insanlara yaklaşmaktadır. Hangi yönden yaklaşacağını şeytan (aleyhillane) şu ifadeleriyle açıklamaktadır. “Sonra (onların) önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım.”

3- Şeytan (aleyhillane), insanların arzularını, duygularını ön plana çıkartarak onları kuruntulara sevk ederek saptırmaktadır. “Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım”

4- Şeytan (aleyhillane), insanlara dost gibi yaklaşacağını ve bu şekilde saptıracağına dair yüce Rabb’imiz uyarıda bulunmaktadır. “Kim Allâh'ın yerine şeytânı dost tutarsa, muhakkak ki açık bir ziyana uğramıştır.”

“Ey Âdem oğulları, ben size yemin vermedim mi: Şeytâna tapmayın o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın doğru yol budur diye? O, sizden birçok kuşağı saptırmıştı. Düşünmüyor muydunuz?” (Yasin, 60-62)

5- Şeytan (aleyhillane), insanların zürriyetini saptıracağını vaat etmektedir. “eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini, pek azı hariç kökünden koparıp sürükleyeceğim!

6- Ve nihayet Şeytan (aleyhillane), bütün gücü ve yardımcıları ile insanları saptıracağını açıkça ilan ediyor.

 “Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat; atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas; mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol; onlara (çeşitli) vaadler yap; şeytân, onlara aldatmadan başka bir şey vaadetmez.” (İsra, 64)

Günümüzde şeytan ve dostlarının Müslümanlara kurdukları tuzaklar:

İnsan, yaratılış mayası nedeniyle bugün değişiklik göstermediğine göre her istek ve davranışı, tarihi süreçte cereyan eden olaylarda sergilenen tavır ve tutumlarla aynı benzerliği gösterecektir. Sünnetullahta Risalet önderleri ile Tevhid erlerinin ortaya koydukları tutum ve davranışlar, hiçbir dönemde değişikliğe uğramamış, yüce Allah’ın belirlediği ölçülere uygun olmuştur. Batılı temsil eden küfür, şirk, fısk ve nifak cephesi de, Tevhidi esasları bozmaya ve Tevhid erlerini durdurmaya çalışırken tarihin her döneminde hemen hemen aynı metotla hareket etmişlerdir.

Günümüzde şeytan dostlarının tuzakları:

1-  Şirk yuvası olan parti, dernek ve vakıfların tuzakları:

Batılı temsil eden şeytanın dostları olan küfür ve şirk cephesi, öncelikle doğru yol üzerinde oturarak Müslümanlardan görünmeye çalışırlar. Bunun için kimi zaman Müslümanların bazı kavramlarını da kullanmaktan geri durmazlar. Örneğin, tağuta karşı olduklarını, İslâm nizamının hakimiyetini istediklerini zaman zaman tekrarlarlar, İslâm’ın bazı ibadi hükümlerini yerine getiriler. Bunların bulundukları mekânlar, küfür sisteminin izin verdiği ve İslâm nokta-i nazarında birer şirk ve küfür yuvası olan parti, dernek, vakıf gibi yerler ya da tasavvuf dininin tarikat yuvalarıdır.

İkiyüzlülüğü şiar edinmiş bu parti, dernek, vakıf ve tarikat mensubu müşrikler, bulundukları küfür ve şirk yuvalarının İslâmi olmadığını çok iyi bilmelerine rağmen, kimi basit ve seviyesiz emellerine ulaşmak ve cesetlerine bir zararın gelmesinden korktukları için karşı olduklarını iddia ettikleri, ancak gerçekte dost ve yardımcılığını ve koruyuculuğunu yaptıkları tağuti sistemin izni ile hareket ederler. Bu müşrikler, tarihin hiçbir döneminde Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin, karşılaştıkları onca zulüm ve baskıya rağmen parti, dernek ve vakıf gibi bugünkü şirk ve küfür yuvalarının benzeri olan kurumlar içerisinde davet yapmadıklarını, tebliğde bulunmadıklarını çok iyi biliyorlar, ancak yukarıda belirtildiği üzere kimi çıkar ve korkularından dolayı bu gerçeğin üzerini örtüyorlar.

Ancak günümüz müşrikleri, sözüm ona İlmi ve Kültürel Araştırma faaliyetleri adı altında küfür sisteminin bu şirk ve küfür yuvalarında kümelenerek insanların Tevhidi gerçeklere yönelmelerine engel olmuşlardır, olmaktadırlar. Bunlar daha kendi kimliklerini ortaya koyma cesaretini göstermeyen kimselerdir. Hangi ilmi çalışmayı yaptıkları da malum! İçerisinde bulundukları küfür ve şirk yuvalarının gayri İslâmi olduklarını, kendilerinin de şirk içerisinde bulunduklarını gözardı ederek insanlara sözüm ona İslâm’ı anlatmaya çalışıyorlar.

Bu vakıfçı müşrikler, insanlara aslında İslâm’ı anlatmıyorlar, zaten böyle bir dertleri de yoktur. Onlar, hem İslâm’a yönelen insanları, Tevhidi gerçekleri net bir şekilde anlamasınlar diye İslâmi gerçekleri karıştırmaya, hem de bu insanları tağuti rejime yamamaya çalışmaktadırlar. Ancak şirkle kirlettikleri çirkin suratları, kandırdıkları insanlar tarafından anlaşılmasın diye o çirkin suratlarına İslâm maskesi takmaktadırlar.

İlmi ve Kültürel Araştırma faaliyetleri adı altında şirk ve küfür yuvalarında, Tevhidi gerçekleri bulandırarak insanları tağuti sisteme yamamaya çalışan bu vakıfçı müşrikler, bu yaptıklarıyla yetinmeyerek Tevhid eri Müslümanları da kendi kıt akıllarına göre kötülemeye çalışarak insanların gözünden düşürmeye çalışmaktadırlar. Onlar ancak, Tevhidi esasları gereği gibi bilmeyen bazı kimseleri kandırabilirler; İslâmi esasları hakkıyla bilen Müslümanları asla kandıramazlar. Çünkü bu, yüce Allah’ın vaadidir ve müşrikler inanmasa da Allah vaadinde sadıktır.

“Benim (gerçek) kullarım(a gelince) senin onlara gücün yetmez! vekil olarak Rabbin yeter.” (İsra, 65)

Vakıfçı müşrikler, tağuti rejimin kurallarına göre hareket etmeyen, insanları yalnızca vahyi esaslara davet eden Tevhid eri Müslümanları kötülemeye çalışmaktadırlar. Vakıf gibi şirk yuvalarından birinde yuvalanan, ilim yayma adı altında zaman zaman radyolarda dini sohbetler yapan hoca kılıklı müşrik biri, Müslümanların oluşturdukları ve yoksul öğrenciler ile yoksul ailelere yardım etmekten başka hiçbir amacı bulunmayan bir yardımlaşma fonunu, sırf onun iman ettiği tağuti sistemin bankalarına hesap açmadılar diye o yardımlaşma fonunu oluşturan Müslümanı, elinde hiçbir delil bulunmadığı halde, para yemekle itham edebilecek seviyesizliği gösterebilmiştir.

Aynı İlmi ve Kültürel Araştırma vakfın bir başka üyesi, kendi içerisinde bulunduğu şirk durumunu düşünmeden, Allah yolunda hicret eden bir Müslümanı, temel ideolojisi küfür üzerine bina edilen PKK’ya üye olmakla, kadınlarla alem yapmakla suçlayacak kadar seviyesizleşmiştir. Bu müşrikler, Tevhid şirk, Hak batıl mücadelesinin her döneminde Risalet önderlerinin ve Tevhid erlerinin karşısına tıpkı ataları gibi yalan ve iftira kampanyaları ile çıkmışlardır.  Vakıfçı müşriklerin Tevhid eri bir Müslüman’a attığı bu çirkeflik kokan yalan ve iftiraya Müslümanları vereceği cevap elbette yine Kur’ani olacaktır.

“Onu işittiğiniz zaman inanan erkek ve kadınların, kendiliklerinden güzel zanda bulunup: "Bu, apaçık bir iftirâdır" demeleri gerekmez miydi?” (Nûr, 12)

Biz, tağuti sistemin izin ve icazeti ile kurulan ve sözüm ona kendi zanlarında İslâm’ı anlattıklarını iddia eden İslamcı müşriklerin, şirk ve küfür içerisinde bulunduklarını söylerken elbette bu söylemimizi iman ettiğimiz Kur’an’a dayandırarak ortaya koyuyoruz. Şayet bu söylemimizi ağır bulan, parti, dernek ve vakıf gibi şirk yuvalarında bulunan ve İslâmi esasları saptıran müşriklerin böyle olmadığını iddia eden kimseler varsa onlara, Kur’an’a başvurmalarını ve Kur’an’ı hakkıyla okumalarını tavsiye ediyoruz.

Unutulmasın ki, tarihin hiçbir döneminde, hiçbir Risalet önderi, ya da Tevhid eri, içerisinde yaşadıkları küfür ve şirk sistemlerinden izin alarak insanlara davette bulunmamışlar. Onlar, Rab’lerinin kendilerine bildirdiği Tevhidi esasları net bir şekilde ortaya koymuşlar ve yalnızca Rab’lerine tevekkül etmişlerdir. Oysa bugün küfür ve şirk yuvalarında sözüm ona İslâm’ı anlattıklarını iddia etmekte, tağuti sistemin gazabını çekmemek için onun koyduğu kurallar çerçevesinde hareket etmekte, İslâmi gerçekleri karıştırarak tağuti sistemin rızasını kazanmaya çalışmaktadırlar.

İslâm’da, davetin ortaya konulmasında hiçbir şekilde beşeri kanun ve kuralların iznine başvurulmaz. Bu, İslâm’ın en temel prensiplerinin başında gelmektedir. Bu prensibe uymayanlar, yüce İslâm’ı batılla karıştırmış, şirke ve küfre düşmüşlerdir.  Davet sırasında kendisinden izin alınmasını isteyen Fir’avn’e o günkü Müslümanların cevabı, tağutun izniyle parti, dernek ve vakıf gibi şirk kurumlarında yuvalanan günümüz müşriklerine de tıpkı Fir’avn’e olduğu gibi bir şamar niteliğindedir.

“(Fir'avn): "Ben size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım, hangimizin azâbı daha çetin ve sürekli imiş bileceksiniz!" dedi.

Dediler ki: "Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünyâ hayâtında istediğini yapabilirsin.

Biz Rabbimize inandık ki (O) bizim günâhlarımızı ve senin bizi yapmaya zorladığın büyüyü bağışlasın. (Elbette) Allâh daha hayırlı ve (O'nun mükâfâtı ve cezâsı) daha süreklidir.” (Taha, 71-73)

Yukarıda belirtildiği üzere, Tevhidi esasları karıştırmayı, ortadan kaldırmayı temel amaç olarak alan, İslâmi esaslara ve Müslümanlara düşman olan beşeri tağuti sistemlerin izin ve icazeti ile kurulan parti, dernek ve vakıf gibi şirk yuvaları, açıkça ilan etmeseler de temelde İslâmi prensipleri karıştırmaya yönelik faaliyet göstermekte, insanları Tevhidi esaslardan uzaklaştırarak küfrün ideolojisine hizmet etmekte ve beşeri sistemlerin varlığını sürdürmelerine destek olmaktadırlar. Bu nedenle bu şirk ve küfür yuvaları olan parti, dernek ve vakıfları kuranlar, tıpkı hizmetinde oldukları tağuti sistemi kuranlar gibi yüce Allah’a, O’nun sevgili Peygamberine ve Müslümanlara savaş açmışlardır. Bu şirk yuvalarına gidenler, onlara maddi ve manevi olarak destek olanlar ve onlara hoşgörüyle bakanlar da tıpkı o şirk yuvalarının yöneticileri gibi müşrik olmuşlar ve Allah ve Rasulüne savaş açmışlardır. Söylediklerimize inanmayanlar, yukarıda yazdıklarımızı bir kere daha düşünerek okusunlar ve iman ettiklerini iddia ettikleri Kur’an’ın bu konudaki hükümlerine baksınlar.

Bugün İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlığında sınır tanımayan Kemalist dikta rejimi, gücünü kendinden değil, ona parti, dernek ve vakıf gibi şirk yuvalarında kümelenmiş ve Tevhidi esaslara yönelmeyi enleyip Hakkı batıla bulayıp İslâmi prensipleri anlaşılmaz hale getiren müşrikler ve onlara destek verenlerdir. Şayet Müslüman olduklarını iddia eden vakıfçı müşrikler, onurlu bir şekilde Müslüman olup küfür rejimine karşı tavır takınsalardı ne tağuti sistem bu denli azgınlaşabilirdi, ne de bu kadar uzun süre yaşardı.

Vakıfçı müşrikler, İslâm ile demokrasi karışımı yeni bir din üretmişlerdir. Bu öyle bir dindir ki, namaz, oruç, hac gibi bazı ibadetleri İslâm’dan; davetin nasıl yapılacağı, sosyal hayatın nasıl düzenleneceği ile ilgili kuralları, içerisinde yaşadıkları Kemalist zorbalığın arkasına sığındığı demokratik dikta sisteminden almışlardır. Bu müşriklerin yaptıkları davetin de yaşadıkları hayatın da İslâm ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur.

2- Tasavvuf tuzağı:

Tevhidi gerçekleri bulandırıp insanların Tevhidi esaslara yönelmelerini engellemek için kurulan ikinci tuzak hiç kuşkusuz, dinler karması olan tasavvuf denilen şirk dinidir. Temeli Şamanizm’in sapık fikirlerine dayanan tasavvuf denilen akım, Teoizmden, Hinduizmden, Hrıstiyanlıktan, Yahudilikten ve nihayet İslâm’dan bazı ibadet ve dua şekillerini de alarak yeni sapık bir din haline gelmiştir.

İlahlık, Rab’lik, peygamberlik taslayan nice sapıkların türeme kaynağı olan tasavvuf, İslâm’ın önünde kurulan parti, dernek ve vakıf gibi şirk kurumlarından sonra ikinci bir tuzaktır. Tevhidi esaslardan habersiz şeyhlerin başlarında bulunduğu tarikatlar yoluyla insanların İslâm’a yönelmesine engel olmakta, sapık düşünceleri İslâm’danmış gibi insanlara sunmakta, onları saptırarak şirke ve küfre sokmaktadırlar.

Hepsi de birer şirk yuvası olmalarına rağmen tasavvuf ile parti, dernek ve vakıflar arasında bazı farklar bulunmaktadır. Tasavvufa yönelen şeyhler dışında kalan sıradan kişiler, Tevhidi esaslardan ve İslâm’dan tamamen habersiz ve cahil kimseler iken parti, dernek ve vakıf gibi şirk yuvalarında kümelenen kişiler, Tevhidi esaslardan haberdardırlar ve İslâm’ı da az da olsa bilmektedirler.

Tarikatçılarla vakıfçılar arasındaki ikinci fark, tasavvufa giren sıradan kişiler, cahil ve kendi sapık düşüncelerinde samimiyet sahibi kimseler iken ve kendi sapık mantıklarına göre yüce Allah’ın rızasını kazanacaklarını düşünürlerken parti, dernek ve vakıflara giren sıradan kişiler, bu yolla yüce Allah’ın rızasının kazanılmayacağını bilirler, ancak kimi basit çıkarlar elde etmek ve en azından kendi sapık mantıklarına göre bir şeyler yapabilmek için bu şirk ve küfür yuvalarına giderler.

Tasavvuf şeyhleri ile parti, dernek ve vakıf gibi şirk kurumlarının yöneticileri arasındaki tek fark, şeyhlerin çok cahil, Tevhitten ve İslâm’dan habersiz iken diğer şirk yuvalarının yöneticileri, İslâm’ı çok iyi bilirler ve az da olsa Tevhitten haberdardırlar. Her iki şirk yuvasının önderlerinin ortak noktaları, hepsinin yalancı, sahtekâr oluşları, hepsinin arkalarındaki cahil sürüleri kandırmalarıdır. Azıcık aklı, zerre kadar imanı olan bir kimse, bu şirk ve küfür yuvalarına gitmez, bu sahtekâr ve yalancı kişilere aldanmaz; bunların ve yuvalandıkları şirk yuvalarının İslâm’ın önünde birer engel ve tuzak olduğunu bilir.

3- Fitnecilerin, Samiri ve ibn Sebe soylularının tuzakları:

Bu grupta bulunanlar, tasavvuf dinini ve parti, dernek ve vakıf gibi şirk kurumlarının dışında olan kimselerdir. Bunlar, kimi zaman üç beş kişiden, kimi zaman daha fazla kişiden oluşur, kimi zaman da yalnız bir ya da iki kişidir. Bunlar, herhangi bir gruba girmeye ve o gruba devam etmeye cesaretleri olmadığından işlerine geldiği zaman, Müslümanlar dışında kalan her gruba girerler ve zaman zaman o gruplardan görünürler.

Bu gruptakiler, ataları ibn Sebe gibi ellerinde hiçbir belge bulunmadığı halde Müslümanların arkasından atar tutar, kıt akıllarına göre Tevhid eri Müslümanları karalamaya çalışırlar. Bunlar, o kadar basit, seviyesiz ve korkaktırlar ki, Tevhid eri Müslümanların karşısına çıkıp konuşmazlar, o Müslümanlarla tartışmaya cesaret edemezler. Çünkü bunu yapmaya ne cesaretleri, ne de bilgileri vardır. Bu kişiler, umduklarını elde edemedikleri ve Tevhid eri Müslümanlarla bulunmaya cesaret edemedikleri için Müslümanlardan ayrılmışlar ve sapık durumlarını meşru göstermek için Müslümanları karalamaya çalışmaktadırlar.

Bu gruptakiler, ataları Samiri ve ibn Sebe gibi, Tevhidi Müslümanlara karşı kin ve kıskançlık duyguları ile doludurlar. Bu nedenle Müslümanları karalamak için en seviyesiz iftiraları atmaktan çekinmezler. Bunlar için asıl olan kendi süfli emellerini tatmin etmektir.

4- Beşeri sistemler ve Kemalist zorbalık:

İnsanın, yarın ne olacağını bilmeyen kıt düşüncesinden ve süfli arzularından çıkarılan beşeri sistemlerin tek amacı, yüce Allah’ın, insanların dünya ve ahiret saadeti için indirdiği Tevhidi esasları yeryüzünden kaldırmak, buna güç yetiremeyeceğini anladığı zaman da İslâmi esasları bulandırmaktır. Bunun için bir taraftan bid’at ve hurafelerin insanlar arasında yayılmasını kolaylaştırıp insanların, net bir şekilde Tevhidi gerçekleri kavramalarını engellerken diğer taraftan parti, dernek ve vakıf gibi İslâm nokta-i nazarında küfür ve şirk kurumlara girişleri kolaylaştırır.

Kemalist dikta rejiminin akıl hocalarından bir çoğunun yazılı kitaplarında itiraf ettikleri üzere Müslümanların, inanç değerlerini Tevhidi esasları net bir şekilde kavramaları halinde Kemalist zorbalığa hayat hakkı tanımayacak, bu zorba sistemi yeryüzünden kaldırmaya çalışacaklardır. Dikta rejimi bu nedenle Diyanet Başkanlığı adı altında bir şebeke oluşturmuş, namaz memuru, müftü ve vaiz sıfatları verdiği kişileri kiralamış, bunlar vasıtasıyla İslâm’a yönelmeyi engellemiştir. zorba dikta rejiminin emniyet supobu görevini en iyi şekilde  yerine getiren Diyanet şebekesi, gayri İslâmi ve küfür kurumudur. Tevhidi esasları bilen hiçbir Müslüman bu küfür kurumuna hizmet edemez.

Yukarıdan sayılan tüm tuzakları hazırlayanlar, Şeytan(aleyhillane)’nin, insanları saptırmak için başvurduğu bütün metotlara, insanları Tevhidi esaslardan saptırmak, Hakkı batıla bulamak ve İslâmi gerçekleri karıştırmak için başvururlar. Bunların tuzaklarından emin olmanın ve bu şirk ve küfür yuvalarından uzak durmanın tek ve yegane yolu, Tevhidi esasları çok iyi bilmek, bunun için bol bol Kur’an okumaktır.
Devamını oku...

Ey İman Edenler İman Edin



“Ey iman edenler, Allah'a, Rasulüne, Rasulüne indirdiği Kitab’a ve daha önce indirmiş olduğu Kitab’a iman edin. Kim Allâh'ı, meleklerini, Kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse o, uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa, 136)

Ey iman edenler, Rabb’iniz sizi iman etmeye davet ediyor. Elbette, “Bu ne demek? Biz zaten iman ediyoruz Allah’a, O’nun Rasulüne ve indirdiği Kitab’a” diyorsunuz. Kendinizi Kur'an’la test edin, gerçekten iman ediyor musunuz, yoksa iman ettiğinizi sandığınız halde, imanınıza şirk bulaştırmış bir halde şirk içerisinde misiniz?

İmanınızı, Kur'an kriterine bakarak yeniden gözden geçirip değerlendirin, ettiğiniz iman yüce Allah’ın istediği gerçek iman mıdır, yoksa yalnızca bilgi düzeyinde kalan bir bilgi birikimi midir? Yüce Allah (cc), kendisine iman eden ile kendisini bilgi düzeyinde tanıyanları birbirinden ayırıyor ve iman ettiğini sanan bilgi sahibi kimseleri iman etmeye davet ediyor.

İman ettiklerini sanan kişileri yüce Allah (cc), mü’minler, müşrikler, fasıklar, mürtetler ve son halkada münafıklar vasıflandırmaktadır. Mü’minler dışında kalan gruplar, iman edenler olarak tanımlanmalarına rağmen imanlarına şirk bulaştırmış kimselerdir.

Allah’ı tanımak O’na İman etmek değildir

Yüce Allah’ı tanımak, O’nu tek olarak bilmek, yeri, göğü ve içindekileri yarattığını, rızık verdiğini söylemek iman değil bilgidir. Yüce Allah (cc), bilgi düzeyinde kendisini tanıyanların kendisine iman etmediklerini, müşrik olduklarını bildirmekte, buna örnek olarak da Mekke müşriklerini vermektedir.

“Andolsun, onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim boyun eğdirdi?’ desen ‘Allâh’, derler. O halde nasıl Allâh'ın (birliğinden) döndürülüyorsunuz?” (Ankebut, 61)

“De ki: ‘Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)ın ve gözlerin sâhibi kimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kim buyruğu(nu) yürütüyor (kâinâtı yönetiyor)?’ ‘Allâh” diyecekler. ‘O halde deki,  korunmuyor musunuz?” (Yunus, 31)

“De ki: ‘Biliyorsanız dünyâ ve içinde bulunanlar kimindir?’ ‘Allâh'ındır diyecekler.’ deki ‘O halde düşünmüyor musunuz?’ De ki, ‘Yedi göğün Rabb’i ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir? Bunlar ‘Allâh'ındır’ diyecekler. De ki, ‘O halde  korunmuyor musunuz?’ ‘Biliyorsanız (söyleyin) her şeyin melekûtu (mülkü ve yönetimi) elinde olan, koruyup kollayan, fakat kendisi korunup kollanmayan kimdir?’ de. ‘Allah'a âittir diyecekler. ‘O halde nasıl büyüleniyorsunuz?’ de.” (Mü’minun, 84- 89)

“Andolsun onlara, ‘Kendilerini kim yarattı?’ diye sorsan, elbette: ‘Allâh’ derler. O halde nasıl (haktan) çevriliyorlar?” (Zuhruf, 87)

Yukarıdaki ayetlerden anlaşılacağı üzere Mekke müşrikleri, yüce  Allah’ı biliyor, O’nun, yaratıcı olduğunu, kendilerini rızıklandırdığını, hatta her şeyin O’na ait olduğunu ve her şeyin yönetiminin O’nun elinde bulunduğunu biliyorlardı.

Kur'an’ın bildirdiği üzere Mekke müşriklerinin namaz kılan, kurban kesip infak eden, yüce Allah’a yaklaşmak için aracılar edinen, Hz. İbrahim (as)’ın kendi peygamberleri olduğunu söyleyen, Hacca giden kimselerdir. Ancak onlar, Tevhidi esaslar doğrultusunda hayatlarını düzenlemedikleri, Allah’ın indirdiği ilahi hükümlerle hükmetmedikleri için bu söyledikleri ve yaptıkları bir işe yaramıyor ve yüce Allah (cc) onları müşrikler olarak vasıflandırıyordu.

Mekke müşriklerinin durumları da gösteriyor ki, kimi sıfatlarını söyleyerek yüce Allah’ı tanımak, iman değil bilgidir. Nitekim iman ettiklerini iddia edip mü’min olduklarını söyleyen bazı kimselere yüce Allah (cc), cevap vererek iman etmediklerini söylemektedir.

“Göçebe Araplar: ‘İnandık’ dediler. De ki: "İman etmediniz’ fakat 'Teslim olduk' deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve Rasulüne itâat ederseniz (Allâh), yaptığınız güzel işlerden hiçbirinin sevâbını size eksik vermez. Allâh çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat, 14)

“Doğrusu biz, onlara hakkı getirdik, onlarsa yalancıdırlar.” (Mü’minun, 90)

Allah’a İman Etmek

Yüce Allah’a iman etmek, O’nun varlığını kabul etmek ya da söylem bazında iddia edip sıfatlarını saymak değil, bu bilgiyi hayatta uygulamak ve bir hareket bir eylem içerisinde göstermektir. Yüce Allah’a iman etmenin ilk şartı, hiç şüphesizdir ki, Kelime-i Tevhidin ilk söylenişi ile birlikte yüce Allah’ın reddedilmesini istediği tağutu inkâr edip ondan yüz çevirmektir.

“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu inkâr edip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allâh işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)

Tağuta itaat etmekten kaçınmak, Tevhid inancının temelidir. Tevhidi esasların kabulü ve hidayete ulaşmanın ilk esası ve olmazsa olmazı, tağuttan kaçınmak, tağuti sistemlerin yasa ve kurallarından uzak olmak ve hayatı yüce Allah’ın indirdiği esaslara göre düzenlemektir. Zaten peygamberlerin gönderiliş amaçları da bundan başka bir şey değildir.

“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah'a kulluk edin, tağuta itaatten kaçının’ diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allâh hidâyet etti, onlardan kimine de sapıklık gerekli oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!” (Nahl, 36)

“Tağut'a itaat etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı.” (Zümer, 17)

Tağut, yüce Allah’ın dışında, insanların yönetilmesi için hüküm koyan beşeri her kişi, kurum, sistem ve devlettir. İnsanların hayatları üzerine hüküm koymanın, insanları bu hükümlere itaat etmeye çağırmanın İslâm nokta-i nazarındaki hükmü ilahlık iddiasına kalkışmaktır. Tağut olan beşeri sistemler, insanları dünya ve ahirette sıkıntılara, acılara ve cehenneme sürükler; bundan kaçınınız.

“Allâh, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. kâfirlerin dostları da tağuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara, 257)

Tağuttan ve onun küfür ve şirk olan yasalarından kaçının; nasıl kaçınılacağı ve tağuta karşı nasıl bir tavır alınması gerektiği ile ilgili olarak yüce Allah (cc), iman edenler için Hz. İbrahim (as)’ı en güzel örnek olarak vermektedir. Ey İbrahim milletine mensup olanlar, atanız Hz. İbrahim (as) gibi hareket ediniz.

“İbrâhim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine: ‘Biz sizden ve sizin Allah'tan başka itaat ettiklerinizden uzağız. Sizi (ve itaat ettiklerinizi) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah'a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir’ demişlerdi…” (Mümtehine, 4)

Yüce Allah’a iman etmek, tağuttan kaçınmakla, onu onaylamamakla beraber aynı zamanda tağuta ve onun koyduğu yasalara karşı kin ve nefret de beslemektir. Beşeri hükümleri tanımak, oy vermek, desteklemek, onlara karşı sevgi beslemek, o kanun koyucuları ilah olarak tanımak ve yüce Allah’a şirk koşmaktır. Bu nedenle ilah edinilen tağut, reddedilip inkâr edilmedikçe “LAİLAHE İLLALLAH” Kelime-i Tevhidini söylemek ve yüce Allah’a gereği gibi iman etmek mümkün değildir.

“Rabbimiz, bizi inkâr edenler için bir sınav yapma (onların yasalarına itaat ettirme), bizi bağışla Rabbimiz, muhakkak ki, güçlü ve hakim olan ancak Sensin, Sen!” (Mümtehine, 5)

Tevhid; insanın düşünce söz ve davranışları üzerinde yüce Allah’ın tek ilah, tek rab ve tek melik olmasıdır. İnsan, düşünce, söz ve davranışları üzerinde yüce Allah’ı tek ilah, rab ve melik kabul etmediği, söz ve davranışlarını bu esaslara göre düzenlemediği sürece Tevhidi kabul etmiş, Kelime-i Tevhidi samimiyetle söylemiş sayılmaz.

İman, ibadet ve davet konularında yüce Allah (cc), iman edenlerin ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini ayetlerinde belirtmiş ve buna göre hareket edilmesini istemiştir. Bu nedenle yüce Allah’a iman eden bir kimse, bu konularda yüce Allah’ın bildirdiği vahyi esaslar doğrultusunda hareket etmekle mükelleftir ve bu ilahi bildirimler dışında beşeri hiçbir güçten izin alamaz, hiçbir gücün yasalarına sığınamaz. Çünkü,

“İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabb’i Allâh, ne uludur!”(A’raf, 54)

 “O'dur ki gökte de İlah, yerde de İlah’tır. O, hakimdir, bilendir. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine âit olan ne yücedir! (Kıyâmetin kopacağı) Sâati bilmek de O'nun yanındadır ve siz O'na döndürülüp götürüleceksiniz.” (Zuhruf, 84-85)

Uluhiyet kendisinde olan yüce Allah (cc), Rububiyet sıfatı gereğince yarattıklarını rızıklandırmış ve onların yeryüzünde nasıl hareket edeceklerini belirleyen ilahi kuralları inzal etmiştir. O halde yüce Allah’a iman etmek, O’nun varlığı ve birliğine iman edildiği gibi Rububiyet sıfatına da iman etmek ve O’ndan başka rızık verici ve yasa koyucu tanımamaktır. O’ndan başka kanun koyucu tanımak, Rububiyet sıfatını inkâr etmektir ki, Mekke müşriklerinin durumuna düşmektir.

Yukarıdaki nedenlerden dolayı ey iman edenler, yüce Allah’a, O’nun belirlediği gibi iman etmek için, ilahlık taslayarak insanlar üzerinde kanun koyan tağuttan kaçının ve “LAİLAHE İLLALLAH” diyerek Allah’ iman edin. Böylece Mekke müşriklerinin durumuna düşmekten kurtulun, iman eden mü’minlerden olun.

Yüce Allah’a iman etmenin ikinci şartı, hayatı onun indirdiği vahyi esaslara göre düzenlemektir. Bu, imanı eylemsel olarak ortaya koymanın ikinci aşamasıdır. Ancak bu durumda mü’minlerden olunabilir. Kur'an, gerçek mü’minleri tarif ederken onların, söylemlerinde iddia ettikleri imanı, eyleme dönüştüren kimseler olduklarını bildirmektedir.

 “Mü'minler o kimselerdir ki, Allâh anıldığı zaman yürekleri ürperir, O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler. Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. İşte gerçek mü'minler onlardır. Onlara Rablerinin katında dereceler, bağışlanma ve tükenmez rızık var.” (Enfal, 2-4)

“İman eden erkekler ve iman eden kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Elçisine itâat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allâh üstündür, hakimdir.” (Tevbe, 71)

“Felâha ulaştı o mü'minler, ki onlar, namazlarında huşu içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler, zekâtı verirler, ırzlarını korurlar ve onlar, emânetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar namazlarını korurlar. İşte vâris olacaklar onlardır. Onlar Firdevs'e vâris olacaklar, orada ebedi kalacaklardır.” (Mü’minun, 1-5, 8-11)

“Mü'minler onlardır ki Allâh'a ve Elçisine inandılar, sonra şüphe etmediler; Allâh yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd ettiler. İşte doğru olanlar onlardır.” (Hucurat, 14-15)

“Onlar ki, iman ettiler, hicret ettiler, Allâh yolunda savaştılar ve onlar ki, (hicret edenleri) barındırdılar ve (onlara) yardım ettiler, işte gerçek mü'minler onlardır. Onlar için bağış ve bol rızık vardır.” (Enfal, 74)

Kur'an’ın tarif edip övdüğü mü’minlerden olmak ancak vahyi esaslara uygun hareket etmekle mümkündür. Okuduğunuz her ayetin sizden istediği şeyi yapın ya da söyleyin; yani kendi hayatınızı vahyi prensipler doğrultusunda düzenledikten sonra, hiç durmadan iyiliği emredip kötülükten nehyedin. Hiçbir şekilde ve şartta nemelazımcı olmayınız; aksi halde Hz. Lut (as)’ın kavmindeki o nemelazımcılar gibi, maymunlar sıfatına düşersiniz. Unutmayınız ki,

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah'a inanırsınız. Eğer Kitap ehli, inanmış olsaydı, elbette kendileri için iyi olurdu. Onlardan inananlar da var, ama çokları yoldan çıkmışlardır.” (Al-i İmran, 110)

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 104)

Ey iman edenler, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden Müslümanlarla beraber hareket ederek Tevhidi esasları insanlara duyurun. İnsanları Tevhidi esaslara iman etmeye, tağuttan kaçınmaya ve “LAİLAHE İLLALLAH” Kelime-i Tevhidini hakkıyla söylemeye davet ediniz. Çünkü Tevhidi esasları duyurmamak, onu gizlemek olur ki bu durum sapıklıktan başka bir şey değildir.

“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti biz Kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allâh lanet eder, hem bütün lanet edebilenler lanet eder.(Bakara, 159)

“Allâh'ın indirdiği Kitaptan bir şey gizleyip, onu birkaç paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey koymuyorlar. Kıyâmet günü Allâh ne onlara konuşacak ve ne de onları temizleyecektir. Onlar için acı bir azap vardır.

Onlar hidâyet karşılığında sapıklık, mağfiret karşılığında azap satın almışlardır. Onlar ateşe, karşı ne kadar da dayanıklıdırlar(!)”(Bakara, 174-175)

Ey iman edenler, kurtuluşun yolunu gösteriyor Rabb’imiz, gelin o yola tabi olun, zillet içerisinde tağutun yasalarının arkasına sığınmayın. Müslümanlarla beraber olun ve onlarla beraber hareket edin.

“Nefsini, sabah akşam, rızâsını isteyerek Rablerine davet edenlerle beraber tutarak sabret. Gözlerin, dünyâ hayâtının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini bizi anmaktan alıkoyduğumuz keyfine uyan ve işi, hep aşırılık olan kişiye itâat etme.” (Kehf, 28)

Ey iman edenler, namaz, oruç gibi ibadetlerle beraber infak edin, ırzlarınızı koruyun ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda mücadele ederek cihad edin. Mallarınızı ve canlarınızı cennet sizin olmak üzere yüce Allah’a vermek istemez misiniz?

“Allâh, mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allâh'ın, Tevrât'ta, İncil'de ve Kur'an'da verdiği gerçek bir sözdür! Kim Allah'tan daha çok sözünde durabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük başarıdır.” (Tevbe, 111)

Ey iman edenler, oturulduğu yerden iman ettik demekle yüce Allah’ın rızası ve bu rızanın sonucu olan cennet kazanılmıyor. Bakınız Rabb’imiz cennetin nasıl kazanılacağını bildiriyor.

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet peygamber ve onunla birlikte iman edenler: ‘Allâh'ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allâh'ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

Ey iman edenler, yüce Allah (cc), iman edenlere seslenince hep çoğul kullanıyor ve “Ey iman edenler,” diyor, tekil olarak “Ey iman eden,” diye seslenmiyor. Bu nedenle birey olarak kalmayın, yüce Allah’a gereği gibi iman eden mü’minlerle beraber olun. Unutmayınız ki, Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir; cemaat içinde olmayan bir kimse, yüce Allah’ın rahmetinden nasiplenemez.

“Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun. (Tevbe, 119)

“Ve topluca Allâh'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allâh'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allâh) kalplerinizi uzlaştırdı. O'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allâh) sizi ondan kurtardı. Allâh size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.” (Al-i İmran, 103)

Kurtuluşun ve Tevhidi esaslara uygun hareket edişin yolu Tevhidi esasları ilke edinen Müslümanlarla birlikte olmaktır. Bunu yapınız ve tefrikadan kaçınınız. Çünkü tefrikaya düşmek, yalnız olmak şeytan (aleyhillanenin) adımlarını izlemek ve cehenneme gitmektir.

“Ey iman edenler, hepiniz birlikte İslâm’a girin, şeytânın adımlarını izlemeyin, çünkü o size apaçık düşmandır.” (Bakara, 208)

Ey iman edenler, yüce Allah’a ve Rasulüne karşı savaş olan faizden ve faizcilikten uzaklaşın, unutmayınız ki bu, çok büyük bir günah ve ebediyen cehennemde kalmaya nedendir. Tağuti beşeri sistemler, sizleri bu yolla Allah’a ve Rasulüne karşı savaşa sürüklüyor; faize bulaşarak tağutun isteğini yapmayınız.

“Ribâ yiyenler, ancak şeytânın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların: ‘Alışveriş de ribâ gibidir.’ demelerinden ötürüdür. Oysa Allâh, alış-verişi helâl, ribâyı harâm kılmıştır. Kime Rabbi'nden bir öğüt gelir de vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi de Allah'a kalmıştır. (Allâh onu affeder). Kim tekrar (ribâya) dönerse onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.

Allâh, ribâyı mahveder, sadakaları artırır. Allâh, hiçbir günâhkâr kâfiri sevmez.

Ey inananlar, Allah'tan korkun, eğer inanıyorsanız ribâdan (henüz alınmayıp) geri kalan kısmı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allâh ve Elçisiyle savaşa girdiğinizi bilin. Tevbe ederseniz, ana malınız sizindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.” (Bakara, 275-276, 278-279)

Ey iman edenler, attığınız her adımda, konuştuğunuz her sözde, ticari, sosyal ve siyasal her konu ve durumda, adabı muaşerette, nefsinizle, diğer insanlarla ve Rabb’inizle olan ilişkilerinizde mutlaka vahyi prensipler doğrultusunda ve Tevhidi ilkelere uygun hareket ediniz.

Ey iman edenler, Rasulullah (as)’a uyun, Rabb’imizin bizlere en güzel örnek olarak verdiği Rasulullah (as) gibi her söz ve davranışınızı Kur'ani esaslar doğrultusunda düzenleyiniz. Rasule iman etmek ancak bu şekilde olur. Rasulullah (as) gibi vahyi yaşamak ve onun gibi insanlara ulaştırmak için çalışınız.

Ey iman edenler, Peygambere iman ediyoruz diyerek sünnet edebiyatı yapıp tağuti beşeri sistemin kurallarına uyan yalancı kimseler gibi olmayınız, Rasulullah (as)’ı hayatınızda bizzat yaşayarak ona iman ediniz. Eğer gerçekten ona iman ediyorsanız böyle yapınız. Rasulullah (as) Kur'an'ı ahlak edinmiş, yaşamını ona göre düzenlemişti. Unutmayınız ki, Kur'an’a uyanlar için o, bir kurtuluştur.

“Ve elbette o, mü'minler için bir yol gösterici ve rahmettir.” (Neml, 77)

O halde “Ey iman edenler, Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Al-i İmran, 102)

Devamını oku...

18 Mart 2013 Pazartesi

Allah İle Aldatanlar (Din Afyoncuları)


“Ey insanlar, Allah'ın va'di gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, o aldatıcı, sizi Allah ile aldatmasın.” (Fatır, 5)

Son zamanlarda öyle yaratıklar ortaya çıktı ki, sözle Allah’a ve Rasulüne iman ettiklerini iddia ederler, ancak Müslümanlar gibi, Allah ve Rasulüne inanmıyorlar, Kitabın bir kısmını alıp bir kısmını bırakıyorlar. Kur’an’ı tahrif edip küfürlerine delil olarak kullanmaya çalışıyorlar.

Bunlardan bazıları, Allah'ın Kitabını "tefsir" ediyor, ancak Allah'ın (haşa) gaybı bilmediğini iddia ediyor, Allah'ın reddedin dediği tağutu, Allah'a muhalefet ederek destekliyor, takipçilerinden de desteklenmesini istiyorlar. Yüce Allah’ın, şirkin temeli olarak bildirdiği putları kutsayıp önlerinde ibadete duranların, Müslüman olduklarını söylüyorlar. Ankara’daki puthaneyi, dillerini eğip bükerek (hâşâ) Kâbe’ye, orada puta tapanları da, (hâşâ) Rasulullah (as)’ın Kâbe’yi tavafına benzetiyorlar.

Bunlardan bazıları, Kur’an ayetlerini ebcetleyerek, hesabına uymayan ayetleri atıyorlar, yüce Allah’ın, koruduğunu buyurduğu Kitab’a şüphe düşürüyorlar. Peygamber (as)’ı inkâr edip uydurdukları serserileri ağızlarını eğip bükerek “elçi” olarak ilan ediyorlar.

Kur’an’dan yola çıktıklarını söyleyip, Kur’ani kavramları, Arapça kelimelerle açmaya çalıştıklarını iddia edip Kur’an’ın emrettiği ve hassasiyetle üzerinde durduğu namaz, Hac, tesettür vb. farzları inkâr ediyorlar.

Kimileri, Tevhidi esasları terketmiş, Kur’an’ın açık emirlerine rağmen, Allah’ın ayetlerini satarak, ayetler üzerinden para kazanıyorlar.

Bir kısmı, aşağılık kompleksi içerisinde, marksistlerle, tağuti sistemin kimi partileri ile kolkola vermiş, İslâm’ı kullanarak marksist felsefeye hizmet ediyorlar.

Bazıları, yüce Allah’ı şeyhlerine benzeterek şeyhlerinin (hâşâ) Allah olduğunu iddia ediyorlar.

Bazıları, tağutun kulluğunu yaparak onun izni ile açtıkları ve Sünnetullahta hiçbir benzeri olmayan şirk ve küfür yuvaları olan vakıf, dernek ve partilerde sırtlarını tağuta dayayarak, sözüm ona İslâm’ı, Tevhidi anlattıklarını iddia ediyorlar.

Bütün bu Allah ve Rasulünün düşmanları, arkalarında, kendilerini kutsallaştıran bir sürü şuursuz ve beyinsiz yaratıklarla beraber insanların, Ayyal yoluna dönmelerine ve Tevhidi esaslara iman etmelerine engel oluyorlar.

VE daha ne belamlar türedi son zamanlarda piyasada ve sanal alemde!

Şimdi, küfür, şirk ve azgınlıklarında sınır tanımayan şeytanın dostları bu yaratıklara ve onların takipçilerine, biz Müslümanlar, dinimize ve Kitabımıza zarar verdikleri, Tevhidi yol üzerinde oturup Hakkı batıla karıştırarak, gerçekleri gizledikleri, insanları Allah yolundan alıkoydukları için, uyarıda bulunduğumuzda bazı kimseler, bizim sert ve katı olduğumuzu, bu yaptığımızın doğru olmadığını söyleyip bizi eleştiriyorlar.

İyi de, bu belamlar ve onların sırtlarını dayadıkları Allah düşmanı tağuti sistem, açıktan açığa bizim değerlerimize, Kitabımıza, en güzel örneğimiz Rasulullah (as)’a, ibadetlerimize o şeytani dillerini uzatırlarken biz onlara rahmet mi okuyacağız? Yüce Allah (cc), birçok ayetinde bu saydıklarımızı yapanlara, lanet okuyup onların gerçek kâfirler olduklarını, bunların, ebediyen cehennemde kalacaklarını bildirmiyor mu? Bizi uyaran ey insanlar, bu belamlara, Rabbimizin bildirdiği şekilde lanetler okuyup onları mahkum edeceğinize bizi yumuşak olmaya davet ediyorsunuz.

İyi de biz, (hâşâ) Allah’tan daha mı merhametliyiz ki, bu kâfirlere merhamet edelim. Kendilerine merhamet etmeyenlere merhamet edilmez, bunu biliniz.

“Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli tanır(dost tutar)sa işte zalimler onlardır.” (Tevbe, 23)

“Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah'a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir.” (Tevbe, 113)

“Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Elçisine düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. Allah onların kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın hizbidir. Muhakkak ki başarıya ulaşacak olanlar, Allah'ı hizbidir.” (Mücadele, 22)

Ey iman edenler, ey kalplerinde zerre kadar iman bulunan kimseler, buna göre saflarınızı netleştirin, yarın çok geç olabilir ve son pişmanlıklar fayda vermez.

 Ey Müslümanlar, unutmayiniz ki, bu belamlar, şeytan gibi doğru yol üzerinde oturup Tevhidi esasları gizleyerek insanların yüce Allah'a yönelmelerine elgel oldukları sürece, sizlerin Tevhidi esaslara çağrınız, istenildiği oranda insanlara ulaşmaz. Bu nedenle öncelikli olarak yapılması gereken, bu şeytanın yardımcıları olan Samiri soylu belamları insanlara gereğince tanıtmak ve insanların bunların sinsi oyunlarından haberdar etmek ve bunlardan sakınmalarına yardımcı olmaktır.(R.y)
Devamını oku...

1 Mart 2013 Cuma

Müslüman Kimdir ?


Yaşadığımız coğrafya insanın kendini Müslüman olarak tanımlarken düştüğü veya düşürüldüğü anlayışın ne denli bu sıfattan yani "Müslüman" (Fussulet-33) sıfatından (Rabbimizin bizlere verdiği tek sıfat) uzak ve bihaber olduğu gerçeğidir.

Sokaktaki coğrafyamız insanından herhangi birisine  "sen müslümanmısın"?  sorusunu yönelttiğiniz zaman bu soruyu sorduğunuzdan dolayı mutlaka sert bir tepki alırsınız. Çünkü bu ülkede,  islamın hiç bir emirini yerine getirmese dahi bir insanın müslüman bir coğrafyada yaşaması, annesinin ve babasının kendisini müslüman olarak tanımlaması ve bunlardan daha ilginç ifadelerden birisi ise "galu bela "dan beri kendisinin müslüman olduğunu göğsünü kabartarak söylemesi o kişi için müslüman olması için yeterli bir tanımlama olduğu kanaatindedir.. Bu diyaloğu renklendirmek ve daha da ilginç hale getirmek için "ben şu tarihten sonra müslüman oldum" dediğiniz zaman, size anlamsız anlamsız hayretle bakar. Ayrıca bu ifadelere şunu ada eklediğiniz de "ben şimdiki gibi müslüman olmadan evvelde namazlı abdestli birisiydim". Bu sefer muhatabın gözleri daha da bir hayretle ve sinirli sinirli bakar ve dalga geçtiğimizi sanır.

Coğrafyamız insanının durumu yukarıdaki örnekte olduğu gibi maalesef bu ve buna benzer bir görünüm sergilemektedir. Müslüman olmayı sadece sözlü bir kaç kelimeye ( ki zaten o bir kaç kelimede bilinçli kullanmıyor) indirgenmesi vakanın ne kadar vahim olduğunu gösteriyor.

Toplumu bu kadar cehalet girdabına acaba kim sokuyor? acaba bu insanlar neden kendilerine rahmet olacak tevhidi manada islama yani yaratılışa/fıtrata uygun dönüşme girişimleri içerisine yönelmiyor/yöneltilmiyor? Neden tüm sinirleri alınmış, kulaklarına ağırlık gözlerine perde çekilmiş bir konumdalar? Neden ateşi aşırı yükselmiş ve bu nedenle sayıklayan ve gördüğü garip garip rüyalardan halüsinasyon gören hasta gibiler? Evet neden?  neden boğuyor şeytani tuzaklar insanımızı? neden kulaklarına perde gerilmiş hak sözlere neden? Neden geleneksel atalar dininin menkıbeleri/masalları manyetik engelleyiciler gibi doğru sözleri insanların anlamasını engelliyor? Neden "galu bela" (evet dediler) sözünü çarpıtarak anlıyor/anlatılıyor? "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim ?" (elesti bi Rabbikum Araf-172) ilahi buyruğunun genlerine yazıldığını ve bu yazgıya insanların Rablerinin Allah (cc) olduğuna onay vererek şahit olduğu halde bu teslimiyeti unutarak ve hatırladıktan sonra (o şuura ulaştıktan sonra) ben şimdi müslüman oldum teslimiyeti göstermeyerek fucur yolunau tercih ettiğini veya devşirildiğini?

Nedeni gayet basit; İnsanımız sadece müslümancılık rolü oynuyor/oynatılıyor. Hani her türlü hayâsızlığı yapmaktan çekinmeyen bazı Tv/dizi oyuncuların bu hayâsızlığı "ben profesyonelim, her türlü! rolü rahatlıkla oynarım" pişkinliğine yattığı gibi halkımızda böyle bir pişkinlik mi gösteriyor?

Burada şunu da eklemek gerekir ki kendine bile dürüst olmayan bir insanın başkalarına da dürüst olması beklenmez. İnsanlar hatadan/günahtan uzak değillerdir. Elbette Yüce Allah (cc) tüm günahları affedeceğini belirtiyor. (Zümer-53) Ancak insan bu arada kendine dürüst davranarak günahlarıyla yüzleşmesi özellikle yaptığı büyük günahların farkında olması ve bu günahtan dönmesi zik-zak çizmeden ve o günaha bir daha yönelmemesi gerekir. Ayrıca büyük günahlara yönelinmemesi durumunda küçük günahların bağışlanabileceği müjdelenmektedir. (Necm-32)Ancak kendine bile dürüst olmayan bir insanın kendine bile dürüst davranmama tavrı değişmedikçe Hakka yönelmesi mümkün değildir. Aynen Ebu Cehiller ve Ebu Lehebler gibi.

Yukarıdaki tespitlerden yola çıkarak; " o zaman, müslüman kimdir?" ya da "kim müslüman değildir?" sorusuna cevap olarak, yine bu müslüman sıfatına layık olan şahsiyetler ile bu sıfata layık olmayanlar için biricik ilahi reçeteyi/rehberi, insanlara rahmet olarak ve merhameti gereği ikram eden Yüce Rabbimizden öğrenelim;

İlk olarak Müslüman olmanın ilk şartlarından ve olmazsa olmazlardan birisi olan tevhit ilkesi gereği tağutların (Allah'ın (cc) buyruklarını kısmide olsa alenen çiğneyen, değiştirenler ve bunu uygulayanlar. Bu tağutlar Allahın dinini dünyalık değerler için kullanan bugünkü abdestli AKP iktidarı/tağutu olmak üzere mevcut tağuti sistem ki bu tağuti sistem halkı partilere ayırarak birbirine düşman eden Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılarak uyguluyor. Ayrıca bu sistemden izin ve icazetli, sözüm ona İslami grupların bu daveti/çalışmayı çeşitli program ve kitap basarak bundan nemalananlar ve buna ses çıkarmayarak buna destek verenler de abdestli tağuttur.) ve (Nisa-60) Allah'tan (cc) başka ilahların ve Rablerin reddidir. (Isra-22 v.d.)

Bu bağlamda anlamamız gereken en önemli nokta ise reddedilmesi elzem, ilahların ve tağutların kim olduğu ve insanları nasıl bir bataklığa sürükleyerek kuşattıklarının farkındalığının olmasıdır.

Çevremizde Allah'ın (cc)  sıfatlarına göre (tevhid) insan hayatını konumlandırmayan ve yukarıda değinilen her kişi veya gruplar bu tanımlamanın içinde olduğu unutulmamalıdır. Bu noktadan sonra kişi ve gruplar kendi konumunu belirlemek, yaratıcımızın tek ilah olduğunun bilincine varmak ve daha sonra kim olduğumuzu bilmek, yaratıcımıza kayıtsız şartsız teslimiyet gerekir. Bu imani sözleşmeden/akitten sonra mü'minlerin özeliği olan şu eylemlere/amellere, Mü'min olmanın gereği ve sonucunun bileşenleri olan düşüncede söylemde ve eylemde yerine getirilmesi istenmektedir.  Zira Mü'min olmanın olmazsa olmaz bileşenleridir, düşüncede söylemde ve eylemde bütünlük ve tutarlılık.

 Allah'tan başka ilah olmadığına ve onun Meleklerine, Peygamberine, kitaplarına ve ahret gününe iman ederler (Bakara-286)

Yalnız Allah'a kulluk edip, ancak ondan medet umarlar. (1/5) Birbirlerinin kardeşleridirler(49/10)

Allah'tan korkup sakınırlar. (3/102,6/29,38/11,64/16,39/23) Allah için sabrederler (25/75)

Allah'ı her şeyin üstünde tutarlar. (24/37,2/165,3/173) Nefislerine göre hareket etmezler (12/53)

Allah'ın sınırlarını korurlar. (9/112) Hatalarında direnmez arınmaya çalışırlar. (8/108,3/135)

Güç ve imkânlara değil, yalnız Allah'a güvenirler. (2/249,3/173,12/67,29/59,9/129)

Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmazlar. (24/55) Temiz akıl (sağduyu) sahipleridirler. (38/9,18 2/269,13/19)

Allah'tan başkasından korkmazlar. (33/39) Ahreti, dünyaya tercih ederler (4/74)

Kesin olarak iman etmişlerdir. (2/4,) Hz. Peygamberi örnek almışlardır. (33/21)

Allah'a gönülden teslim olmuşlardır. (6/162,12/23,75,2/20,128,19/58) Alçak gönüllüdürler. (22/34)

Asıl hedefleri Allah'ın rızasıdır. (3/162,174 ,92/18-21,2/207). Atalarına körü körüne uymazlar (43/23)

Kuran'a kuvvetle bağlıdırlar. (2/121,7/170,3/179,33/34) Namaza titizlik gösterirler. (8/3,23/2,9)

Daima Allah'ı anarlar. (3/191,13/28,24/37,7/205) Gayba iman etmişlerdir.(2/3,36/11,)

 Allah karşısında acizliklerini bilirler. (7/23,7/188,6/50).Hakkı söylemekten çekinmezler (15/94)

Sadece Allah'ı ve inananları dost edinirler. (5/55,56). Çoğunluğa değil Hakka uyarlar. (6/116)

Allah anılınca yürekleri titrer.(39/23) Kuran ayetleri imanlarını artırır (8/2,38/23,17/109,19/58)

Birbirlerine danışırlar. (42/38) Tüm güçleriyle Allah adına mücadele ederler. (49/15)

Dini gece gündüz anlatırlar. (71/5)  Zulümden ve öldürülmekten korkmazlar. (3/157,158, 4/74)

Birbirilerine düşkündürler. (71/28,59/10) Allah yolunda gevşeklik göstermezler. (3/146)

Kararlı ve cesur davranırlar. ( 10/71,8/89), Güçlü kişilik gösterirler. (16/120)

Emanete hıyanet etmezler  (3/175,23/8,72/30) Mü'min leri kendilerine tercih ederler. (59/9)

Verdikleri sözde dururlar. (13/20,23/8, 16/91) İsraf ve cimrilik etmezler. (25/67)

Gelirlerinde, fakirler için mutlaka bir pay vardır.  (76/8,51/19,70/24,25, 92/5, 3/134)

İman etmeyenlerin gösterişli yaşantılarına özenmezler. (18/28, 9/55,85)

Boş şeylerden yüz çevirirler. (25/72, 36/55, 23/3) Şahitlikleri dosdoğrudur. (70/33,)

İffetli davranırlar. (23/5, 70/29,66/12,) Suçlulara arka çıkmazlar. (4/105, 9/114)

Allah'ın istediği şekilde evlenirler. (2/221, 24/3,26  5/5) Dinde aşırılığa kaçmazlar. (2/143.5/66)

Şeytanın etkisine girmezler. (7/201, 15/40, 16/98.) Ebeveynlerine iyi davranırlar. (17/23,31/14,15)

Gelecek endişesi taşımaz Allah yolunda gerektiği gibi harcama yaparlar. (2/268)

Baskı ve zulüm görürler. (36/18, 26/49,14/6) Zorluklara katlanırlar. (3/146,195 8/34)

Zenginlik ve mevkiden etkilenmezler. (22/41) Şeytanı ve yandaşlarını düşman edinirler. (35/6, 4/101)

Allah'tan bağışlanma dilerler. (2/286,3/16,17,135,147,193, 59/10, 71/28) Allah'a ve Peygamberine savaş açma olarak nitelenen faizi almazlar. (2/274-279)(Alıntı)

Devamını oku...

Muhammed (S.A.S)'e Muhalefet (hadis inkarcılığı)


Rasulullah… Nebiyallah… Son Rasul ve son Nebî… Kıyamete kadar insanlığın zirve önderi… Allah’ı ve ahiret gününü umanların Allah’ı çokca zikredenlerin hayat örneği… En güzel örnek… Allah’ın kulu ve Rasulü olduğunu bütün varlığımızla şehadet ettiğimiz Muhammed (s.a.s.)… Rasulullah Muhammed (s.a.s.)!.. Yalnızca Ümmîlere değil, kıyamet kadar bütün insanlara gönderilen yüce şahsiyet… Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, yaşantısı ve sözü, kendisine vahyedilen hakikatın beyanı olan yegâne önder!..

                        Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın:

                        “Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir Rasul gelmiştir.”(1) diye buyurduğu Rasul (s.a.s.)…

                        Yine Allah Teâlâ:

                        “O (Allah), Rasullerini hidayetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter.”(2)

                        “Rasullerini hidayet ve hak din, üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslâm’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır, müşrikler hoş görmese bile.”(3)diye buyurmuş olduğu hidayet rehberlerinden biri olan Rasul (s.a.s.)…

                        Allah Azze ve Celle tarafından hidayet rehberi olarak gönderilen Rasuller (Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun), Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderilmiş örnek ve önder şahsiyetlerdir!...

                        “Biz, Rasullerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik.”(4) diye buyuran Rabbimiz Allah Teâlâ:

                        “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Rasul’e itaat edin ve kendi amellerinizi geçersiz kılmayın.”(5)

                        “Dosdoğru namaz kılın, zekatı verin ve Rasul’e itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz.”(6) buyurarak en son Nebî ve en son Rasul Muhammed (s.a.s.)’e itaat edilmesini emretmiştir…

                        Allah, Rasulü (s.a.s.)’e hitaben görevinin ne olduğunu beyan etmektedir:

                        “Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitab nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak biz, onu bir nûr kıldık. Onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şübhesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip iletiyorsun.

                        Göklerde ve yerde bulunanların tümü kendisine aid olan Allah’ın yoluna. Haberiniz olsun işler Allah’a döner.”(7)

                        İmam Hafız İbn Kesîr (rh.a.), İslâm âlimlerince en muteber kabul edilen tefsirlerden biri olan “Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim” adlı eserinde bu ayetler hakkında şunları beyan eder:

                        “Sana böylece emrimizden bir ruh, yani Kur’ân vahyettik. ‘Kitabın da, imanın da ne olduğunu’ yani Allah’ın, Kur’ân-ı Kerim’de sana etraflı bir şekilde teşri buyurduğu hükümleri ‘bilmezdin, fakat Biz onu’ yani Kur’ân’ı ‘kendisiyle kullarımızdan dilediğimizi hidayete ilettiğimiz bir nûr kıldık.’

                        Bu da, yüce Allah’ın:

                        “De ki: ‘O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur’ân), onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir.”(8) buyruğuna benzemektedir.

                        ‘Ve muhakkak ki sen’ ey Muhammed, ‘dosdoğru yola iletirsin.’ Senin bu yolun dosdoğru ahlâktır. Sonra yüce Allah, şu buyruğuyla bunu açıklamaktadır: ‘Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan’ yani her ikisinin Rabbi, Mâliki, onlarda tasarrufta bulunan, hükmüne karşı çıkılmayacak, mutlak hakim ve egemen olan ‘Allah’ın yoluna. Şunu bilin ki, bütün işler Allah’a döner.’ Sonra da bunları etraflıca açıklar ve haklarında hüküm verir. Zalimlerin ve inkârcıların söylediklerinden O, alabildiğine yücedir, her türlü noksanlıklardan münezzehdir.”(9)

                        Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, dosdoğru yolun rehberi Kitab’ı, yani Kur’ân’ı, o yolun kılavuzu olan Rasulü Muhammed (s.a.s.)’e vahyetti ve bir nûr kıldı… Karanlıklardan nûra çıkaran bir nûr!.. Onunla kullarından dileyenleri ve dilediklerini hidayete erdirir… Rasulullah (s.a.s.), kendisine vahyedilen ayetlerle insanları, dosdoğru olan yola yöneltmekte, onlara dosdoğruyu, hayrı, güzeli ve iyiliği göstermekte ve onların kurtulmalarına önderlik yapmaktadır…

                        Rasulullah (s.a.s.), göklerde, yerde ve her ikisi arasında bulunanların Rabbi Allah Teâlâ’nın dosdoğru yoluna sevketmekte… O yol ki, hiçbir noksanlığı ve eğriliği yoktur… O yol ki, dünyada huzur ve mutluluğun, izzet ve yüceliğin yolu, ahiretteki cennetin yoludur… O yol, insan tabiatının ferâhlandığı, afiyet ve sevinç içinde bulunduğu yoldur… İnsan fıtratıyla uyumlu ve huzur kaynağı olan kurtuluş yolu: İSLÂM!

                        Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve yüce ahlâk üzerinde olan Rasulullah (s.a.s.), bu yolu tercih edip iman ederek bu yolda olmak isteyenlerin önderidir… Sözleriyle, amelleriyle ve kabulleriyle bu yolun yolcularının hayat örneği olan Rasulullah (s.a.s.), muvahhidlerin ve muttakîlerin imamıdır…

                        Âlemlerin Rabbi Allah’ı Rabb, Melik ve İlâh kabul edip iman edenler ve imanlarına hiçbir şirk bulaştırmayan muvahhid mü’minlerin itaat etmekle emrolundukları Rasulullah (s.a.s.), her sözüyle, her ameliyle ve her kabuluyle, katıksız iman eden kullara en güzel örnektir… Allah’ın emriyle O’na tabi olup itaat edenler ve O’nu örnek önder edinenler, dosdoğru yola girmiş, o yoldan sapmadan hedeflerine ulaşmış, Allah’ı razı etmiş ve Allah’ın razı ettiği mü’min müslüman kullardır…

                        Küçük olsun, büyük olsun, kadın olsun, erkek olsun, köylü olsun, şehirli olsun, tahsilli olsun ümmî olsun, fakir olsun, zengin olsun, O’nun(s.a.s.)‘i hayat örneği ve önderi edinen her mü’min müslüman, O’nun Sünneti’ne teslim olup itaat etmelidir… Huzurun ve kurtuluşun olmazsa olmaz şartı budur…

                        Rabbimiz Allah:

                        “Kim Rasul’e itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.”(10) diye emredip iman edenlerin mutlaka Rasulullah (s.a.s.)’e uymaların gereğini apaçık beyan buyurmaktadır…

                        Rasulullah (s.a.s.)’in emrine aykırı davranan, O’nun Sünneti’ne uymayan ve O’nun izinden gitmeyen kişiler, Allah’ın emrine isyan ettiklerinden dolayı, Allah tarafından bir cezaya çarpılacaklarını bildiren Rabbimiz Allah şöyle buyurur:

                        “O’nun (Rasulullah’ın) emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya onlara acı bir azabın çarpmasından sakınsınlar.”(11)

                        Rasulullah (s.a.s.)’e itaat etmeyi Allah Teâlâ emretmiştir… Rasulullah ‘a itaat, hem O’na indirilen Kitab’a, yani Kur’ân-ı Kerim’e, hem de Kur’ân’daki emir ve nehiylerin hayata uygulanış şekli olan Sünnet’e olmalıdır… Sünnet olmadan, Kur’ân’ın anlaşılmayacağı, emir ve nehiylerin Allah’ın muradına uygun gündeme gelemeyeceği bilinen bir gerçektir…

                        Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti, mü’min Müslümanları bağışlayıcıdır!.. Kur’ân-ı Kerim’e iman edip kabul eden bir mü’min müslüman kul, Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ne iman edip kabul etmek zorunda… Bu, kabul gören imanın gereğidir… Bu, “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasulullah”’ın iman ve amel konusundaki açılımıdır!..

                        Rabbimiz Allah buyuruyor:

                        “Rasul, size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’dan korkun. Şübhesiz Allah, cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.”(12)

                        “el-Maverdî (rh.a.) şöyle der:

                        —Bunun, genel olarak Hz. Peygamber’in bütün emir ve yasakları hakkında yorumlandığı söylenmiştir. Çünkü O, ancak salah olan bir işi emreder ve ancak fesâd olan bir işi yasaklar.

                        İmam Kurtubî (rh.a.):

                        —Buyruk, ganimetler hakkında özel olmakla birlikte anlamı itibariyle umumîdir, demiştir.

                        El-Mehdevî (rh.a.) ise şöyle diyor:

                        —Yüce Allah’ın: “Rasul, size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırır yasaklarsa artık ondan sakının” buyruğu, şunu gerektirmektedir:

                        Peygamber (s.a.s.)’in emrettiği her bir husus Allah’dan bir emirdir. Ayet-i kerime, her ne kadar ganimetler hakkında ise de O’nun, bütün emir ve yasakları da bunun kapsamına girer.”(13)

                        Fakîh Sahibî Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’ın da görüşü budur… Bu ayet, Rasulullah (s.a.s.)’in bütün Sünneti’nin bağlayıcı olduğunun delilidir… Rasulullah (s.a.s.)’in Kalî, fiilî ve takrirî sünneti, kadın olsun, erkek olsun bütün mü’min müslümanlar için bağlayıcıdır… O (s.a.s.), ne emretmiş ise onu tutmalı, neyi yasaklamış ise onu bırakıp terk etmelidir… Bu ayet, bize bunu emretmektedir… Rabbimiz Allah Teâlâ böyle buyurmaktadır…

                        Abdullah ibn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:

                        —Allah, şu kadınlara lânet etmiştir: Bedenlerine döğme yapanlar, yaptıranlar, yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişli güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar, Allah’ın yarattığını değiştirenler.

                        Abdullah’ın bu hadisi, Esedoğulları’ndan Ümmü Ya’kub denilen bir kadının kulağına ulaştı. (Bu kadın, Kur’ân okur, anlardı.) Hemen İbn Mes’ud’a geldi ve:

                        —Senin şöyle şöyle kadınlara lânet ettiğin haberi bana ulaştı, dedi.

                        İbn Mes’ud da ona:

                        —Ben,  Rasulullah (s.a.s.)’in lânet ettiği kimselere niye lânet etmeyeyim? Ve Allah’ın Kitabı’nda var olan kimselere niye lânet etmeyeyim? Dedi.

                        Kadın:

                        —Andolsun ki, ben Mushaf’ın iki kabı arasında ne varsa okudum, fakat senin söylemekte olduğun şeyi onda bulamadım, dedi.

                        İbn Mes’ud da ona:

                        —Yemin olsun, eğer sen onu okumuş isen, elbette onu bulmuşsundur. Allah Teâlâ’nın:

                        “Rasul, size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının.” Buyurduğunu okumadın mı? Dedi.

                        Kadın:

                        —Evet, dedi.

                        İbn Mes’ud:

                        —Şübhesiz ki Rasulullah, ondan nehyetti, cevabını verdi.(14)

                        Bu haberin şerhinde, İslâm âlimlerin görüşleri şöyle beyan edilmiştir.

                        “Ümmü Ya’kub’un ismi malum değildir. Bu kadının, “hilkat değiştirenlere Kur’ân-ı Kerim’de lânet edildiğini görmedim” demesi, doğrudan doğruya bunlara lânet bulunmadığındandır. Fakat (Allah) Teâlâ Hazretleri, Rasulünün her getirdiği şeyi almak, her yasak ettiğini bırakmak lâzım geldiğini pekâlâ beyan buyurmuştur. Saç eklemek, döğme yaptırmak, yüz yolmak gibi hilkatı değiştiren şeyleri Rasulullah (s.a.s.) Efendimiz yasak etmiş; yapanlara, yaptıranlara lânet okumuştur. O’nun emirlerine, O’nun nehiylerine uymak Allah’ın emri olduğuna göre, O’nun lânetleri de Allah nazarında mel’un olur. İşte Abdullah b. Mes’ud bundan dolayı kadına ayetle cevab vermiştir.”(15)

                        “Bu nazm-ı celîl, Peygamber (s.a.s.)’in her emrine uymanın ve her yasağından sakınmanın Kur’ân-ı Kerim emri olduğunu tevsik eder: Şu hâlde hadiste anılan fiiller, Kur’ân ile yasaklanmıştır, denilebilir. İbn Mes’ud bunu söylemek istemiştir.”(16)

                        İmam Taberî (rh.a.), meşhur tefsirinde şöyle diyor:

                        “Abdullah ibn Mes’ud (rh.a.), bu ayet-i Kerimeyi genel bir şekilde izah etmiş ve Rasulullah (s.a.s.)’in emrettiği her şeye bağlı kalınmasını, yasakladığı her şeyden de kaçınılmasını ifade ettiğini bu olayı anlatarak beyan etmiştir.”(17)

                        Elmalılı M. Hamdi Yazır (rh.a.):

                        “Bu emir, her ne kadar ganimet (fey) hakkında nâzil olmuş ise de, müfessirlerin beyan ettikleri gibi, her emri içine almaktadır.” demiştir.(18)

                        “Eğer mü’min iseniz, Allah’dan korkup sakının, aranızı düzeltin ve Allah’a Rasulüne itaat edin.”(19)diye buyuran Rabbimiz Allah, Allah ve Rasulüne ancak mü’min olanlar itaat eder olduklarını beyan etmiştir… Katıksız iman edenler, ancak itaat ederler… İtaatın ibadet ve ibadetin de itaat olduğu malumdur…

                        Allah Teâlâ’nın yalnız kendisine ibadet etsinler diye yarattığı insan kulları içinde yaratılış gayesine uygun davranıp katıksız ve şirksiz iman ederek ibadet eden mü’min müslüman kullar, Allah’a ibadet olan Allah’a ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)’e itaat etmeli, itaatlarında herhangi bir kusur yapmamalıdırlar…

                        Rabbimiz Allah şöyle buyurur muvahhid mü’min kullarına:

                        “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a ve O’nun Rasulüne itaat edin.”(20)

                        “Dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin ve Rasul’e itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz.”(21)

                        Dünyada da, ahirette de gerçek kurtuluş bu emre tabi olup gereğini ihlâs ile yapmaktır:

                        “Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, artık o, en büyük kurtuluşla kurtulmuştur.”(22)

                        Rasulullah (s.a.s.)’e, O’nun tebliğ ettiği vahye ve vahyin hayata uygulanışı olan Sünnetine itaat edenler, büyük kurtuluşa ermiş, gerçek huzur ve mutluluğa kavuşmuşlardır… Ne mutlu O muvahhid mü’minlere!

                        İtaat edenler, bu mutluluğu hakkettiler, ya muhalefet edenlerin durumu nasıldır? Soruya ayet-i Kerime cevab veriyor:

                        “Kim kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra, Rasul’e muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu, döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o.”(23)

                        İbnu’l-Cevzî (rh.a.), bu ayet hakkında şunları kaydeder:

                        “Ayetin mânâsı şöyledir:

                        Kim kendisi için Tevhid ve hüküm belli olduktan sonra Tevhid ve hudutta Peygamber’e muhalefet eder ve Müslümanların yolundan başkasına giderse, Biz de onu yöneldiği şeye yönlendiririz, yani onu, nefsi için tercih ettiği şeyle baş başa bırakırız ve onu cehenneme girdiririz.”(24)

                        Merhamet olunmuş vasat Ümmetin meşhur mutlak müctehid imamlarından İmam Muhammed b. İdris eş-Şâfiî (rh.a.)’in, “er-Risâle” ismiyle meşhur fıkıh usûlü ile ilgili eserinde şöyle denilmiştir:

                        “Hz. Peygamber’in hükmünü kabul eden kimse, onu, Allah’ın hükmü olarak kabul etmektedir. Çünkü Allah, Rasulüne itaati farz kılmıştır. Kitab ve Sünnet hükmünü bilen bir müslümanın onlara aykırı bir söz söylemesinin câiz olmayacağına dair görüşünüz delile dayanmaktadır. Anladım ki bu, Allah’ın farzdır.”(25)

                        Aziz İslâm Milleti’nin âlimleri böyle diyorlar… Rasulullah (s.a.s.)’e hayatî konuların bütününde muhalefet etmemek ve itaatı tam yapmak, Allah Teâlâ’nın, katıksız iman eden mü’min müslüman kullarına emridir! Bu emre aykırı davrananlar, Rabbimiz Allah tarafından cezalandırılacağı ayet-i kerimede beyan buyrulmuştur… Elbette hiçbir muvahhid mü’min, hangi konuda olursa olsun Sünnet’te apaçık delili var iken, Rasulullah (s.a.s.)’e muhalefet edip aykırı davranmaz… Mü’min imanı ve anlayışı, bu itaatsizliği engeller… Eğer itaatsizlik gündeme geliyorsa, hiç Şübhesiz imandaki zayıflık, ameldeki ciddiyetsizlik, niyetteki ihlâssızlık ortaya çıkmıştır… Bütün bu akîdevî ve amelî hastalıklar, sahibinin felâketini hazırlar, eğer Nâsûh tevbe yapılmazsa o kişi helâk olur… Onun için dünyada zillet, ahirette ise cehennem ateşi ceza olarak hak edilmiştir…

                        Bu konuda, örnek ve ibret olarak şu hadisleri okuyup ibret ve ders almak gerek!

                        Cabir (r.a.)’dan.

                        Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyur:

                        “Sol el ile yemeyin! Çünkü şeytan sol eliyle yer.”(26)

                        Kasım, O’na Salim, o da babasından nakleder.

                        Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

                        “Sakın sizden biriniz sol eliyle yemesin ve onunla içmesin. Çünkü şeytan sol eliyle yer, sol eliyle içer.”(27)

                        Rabbimiz Allah’ın kendisine itaat etmemizi emrettiği önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s)’in emri bu! Her konuda olduğu gibi, bu konuda da Rasulullah (s.a.s.)’in emrine itiraz etmeden, muhalefet gündeme getirmeden, isteyerek ve ihlâsla itaat etmek, kadın olsun, erkek olsun her mü’min müslüman vazifesidir… Rabbimiz Allah’a yapılan ibadetin gereğidir, Rasulullah (s.a.s.)’e itaat!

                        “Ben müslümanım” diyen her ferdin bu itaatı yerine getirmesi lazımdır…

                        Bu, böyle!

                        İtaat etmeyen, itiraz edip muhalefette bulunanın durumu ne?..

                        İşte örnek ve delîl!

                        Seleme b. Ekva (r.a.) anlatıyor:

                        Bir adam (Büsr b. Râî el-Ayr), Rasulullah (s.a.s.)’in yanında sol eliyle yemek yemişde (Rasulullah):

                        “Sağ elinle ye!” buyurmuşlar.

                        Adam:

                        —Beceremiyorum, demiş.

                        Rasulullah (s.a.s.):

                        “Beceremiyesin!” buyurmuşlar.

                        Onu, ancak kibir men’etti.

                        Ravi demiş ki:

                        —Bir daha onu(elini) ağzına kaldıramadı.(28)

                        Kibirden, gururdan ya da kendi görüşünü Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ne tercih ederek Sünnet’e muhalefet edip, Rasulullah (s.a.s.)’e itaat etmeyenin durumu bu!.. Rasulullah (s.a.s.), O kişiyi, kendisine hayat veren bir duruma davet ederken, onun icâbet etmesi gerekirdi… Katıksız iman eden mü’minlerin görevi budur…

                        Ebu Said İbnu’l-Muallâ (r.a.) anlatıyor:

                        Ben, mescidde namaz kılıyordum. Rasulullah (s.a.s.), beni çağırdı. Ben, icâbet edemedim.

                        (Namazdan sonra:)

                        —Ya Rasulullah, ben, namaz kılıyordum, diye özür beyan ettim.

                        Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):    

                        “Allah, Kur’ân’da:

                        “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasulüne icâbet edin.”29buyurmadı mı? Buyurdu.(30)

                        Ferden aileye, aileden devlete, siyasetten hukuka, ekonomiden eğitime, kadından erkeğe, küçükten büyüye hayatın her merhalesinde, Allah’a ve Rasulullah (s.a.s.)’e itaat, her mü’min müslümanın kulluk görevidir… İtaat konusunda Allah’a asla şirk koşulmamalı, yani Allah ile beraber başkalarına da itaat etmekle ortak kılınmamalı, önderlik konusunda başkalarını Rasulullah (s.a.s.)’e ortak etmemeli, yalnız Allah’a ve O’nun izniyle Rasulullah’a itaat edilmelidir!..

                        Mü’min: Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e katıksız iman eden.

                        Müslüman: Allah ve Rasulü (s.a.s.)’e teslim olan.

                        O hâlde şuurlu olarak mü’min müslüman bir şahsiyet oluşu yeniden yapılandırmak ve noksanlıkları gidermek gerekir!..





Dipnot
------------------------------------------------------------
1-Tevbe, 9/128.

2- Fetih, 48/28.

3- Saff, 61/9.

4- Nisa, 4/64.

5- Muhammed, 47/33.

6-Nûr, 24/56.

7-Şura, 42/52-53.

8-Fussilet, 41/44.

9- İmam Hafız İbn Kesîr, İbn Kesîr Tefsiri, Çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 2011, C.9, Sh. 610-611.

10-Nisa, 4/80.

11-Nûr, 24/63.

12-Haşr, 59/7.

13-İmam Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmi’l- Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 2003, C.17, Sh. 206-207.

14-Sahih-i Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, B.304, Hbr. 406.

                                      Kitabu’l- Libâs, B.84, Hbr.149.

            Sah-i Müslim, Kitabu’l- Libâs ve’z-Zine, B.33, Hbr.120.

            Sünen-i Ebu Davud, Kitabu’t-Teraccül, B.5, Hbr.4169.

            Sünen-i İbn Mace, Kitabu’n-Nikâh, B. 52, Hbr. 1989.

15-Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İst. 1983, C.9, Sh. 513.

16-Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi, İst. 1983, C.5, Sh.479.

17-Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Taberî Tefsiri, Çev. Hasan Karakaya- Kerim Aytekin, İst. 1996, C. 8, Sh. 234.

18-Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dili Kur’ân Dili, İst. T.y, C. 7, Sh. 456. (Yenda Yayınları)

            Sadeleştirilmiş nüsha, C.7, Sh. 498 (Azim Yayınları)

19-Enfal, 8/1.

20-Mücadele, 58/13.

21-Nûr, 24/56.

22-Ahzab, 33/71.

23-Nisa, 4/115.

24-İbnu’l-Cevzî, Zadü’l- Mesir Fi İlmi’t-Tefsir, çev. Doç. Dr. Abdulvehhab Öztürk, İst. 2009, C.1, Sh.639.

25-Muhammed b. İdris eş-Şâfiî, er-Risâle, çev. Prof. Dr. Abdulkadir Şener- Prof. Dr. İbrahim Çalışkan, Ank. 1996, Sh.255, Md. 1309.

26-Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Eşribe, B.13, Hds. 104.

Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l- Etime, B.8, Hds. 3268.

            İmam Nsâî, es-Sünenü’l- Kübrâ, çev. Hasan Yıldız, İst. 2011, C.6, Sh.365- 366, Hds. 6716.


(K.Yüksel)
Devamını oku...